Nebil ALPARSLAN

Nebil ALPARSLAN

Konuştuğumuz dil

Yalnızca bir anlaşma/bilgi alış verişi vasıtası değil, kültür ve medeniyetin en önemli kurucu unsurudur. Konuştuğumuz dilden bahsediyorum. Şahıslar arasındaki anlaşma, bilişme, paylaşma, öğrenme ve öğretme mevzularındaki önem ve ihtiyacını izaha lüzum yok. Ancak bir dilin toplum hayatındaki vazifesi yalnız bunlarla sınırlı değildir. Söz gelimi bir caddenin adresini 27. Cadde veya sokağı 1957 Sokak olarak belirlesek, bu kayıtlar okuyan veya yazanın hafızasında hiçbir üst etki yaratmaz. Ancak aynı Caddeyi Barbaros Bulvarı, sokağı Piyale Paşa Sokağı olarak adlandırsak, durum farklıdır. Kişinin hafıza kaydı belki bir dizi arşiv araştırmasıyla tarih içinde yolculuğa çıkarak Barbaros Hayrettin veya Piyale Paşa ile hemhal olur. Geçmişi yâd eder. Tarihe uzanır. Basit bir cadde ve sokak isimlendirilmesi dahi konuştuğumuz dile müstesna bir anlam kazandırmış olur.

Üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Fen Fakültesi öğrencisi olmama rağmen sosyal bilimlere, edebiyata, tarihe olan alâka ve merakım nedeniyle, İstanbul’un aktüel, sosyal ve kültürel faaliyetlerini vakit buldukça takip etmeye çalıştım. Dilde sadeleştirme adı ile Öz Türkçe’nin ne pahasına olursa olsun, sevecen ve barışçı bir üslûp yerine, Jakoben bir anlayışla dayatılmaya çalışıldığı günlerdi. Bir panel ya da açık oturumda yazar Tarık Buğra ile sanırım Oktay Akbal panelisttiler. Oktay Akbal, Tarık Buğra’ya hitaben “Yahu Tarık Bey; niye bu kadar direniyorsunuz? “Hakikat” yerine “gerçek” kelimesi kullansak ne kaybederiz?” demişti. Cevaplaması güç bir soru tabi. Ancak üstat Buğra hiç duraksamadan; “Hakikati kaybederiz hocam hakikati” diyerek öyle bir cevap verdi ki, daha sonra veciz bir ifade olarak edebiyat dünyasında uzun yıllar kullanıldı. 

Bu hatıramla amacım Öz Türkçe ’ye karşı durarak birilerini yargılamak değil. Dil teorisyeni veya dil bilimiyle uğraşan birisi de değilim. Bu nedenle böyle bir haddim ve yetkim yok. Elbette bugün hakikat kelimesi kadar gerçek kelimesi de kullanılan ve anlaşılan bir kelime. Kelimenin alıcısı varsa, beğenilirse kullanılır. Ancak bazı kelimeler var ki bütün dayatmalara rağmen bir türlü kabul görmedi. Toplumun hafızası her gelene de geç demiyor yani. Olması gereken şey de bu zaten. Konuşulan dil vasıtasıyla milletin kadim hafızasını silmemek, bozmamak, tarih ve medeniyetiyle bağını koparmamak gerek.

Bitlis’te öğretmenlik yaptığım 1973-1978 arası yıllardı. Yaşı müsait olanlara bilir. Toplum neredeyse Öz Türkçeciler ve Eski Türkçeciler şeklinde bölünmek üzereydi. Öğrencilerim yazılı kâğıtlarına “cevaplar” yerine ısrarla “yanıtlar” yazmak isterler, ama bazıları bunu bir türlü beceremez, yanıtlar yerine “yanıklar” yazardı. Hiçbir zaman illa da “cevaplar” yazacaksınız diye diretmedim. Ama cevaplar karşılığının “yanıklar” değil “yanıtlar” olduğunu anlatana kadar epeyce uğraştığımı hatırlıyorum. Sanırım 1981 yılıydı; Ankara Hukuk’ta talebeyim. Sınavdan çıkmış, Hukuk Fakültesi’nin karşısındaki Havuzlu Kahve’de çay içiyordum. Ankara Hukuk ile Mülkiye yan yanadır. Bitlis’te okuttuğum o öğrencilerden birisi de Mülkiye’ye girmiş, 1. sınıfta okuyormuş. O da sınavdan çıkmış. Beni görünce yanıma geldi. Sınavını sordum. “İyi geçti hocam, yalnız, “Türkiye’nin ekin durumunu tartışın” diye bir soru vardı. Sorunun amacını pek anlamadım” dedi. Nasıl cevapladın dedim. Verdiği cevap karşısında onuru kırılmasın diye gülmemek için kendimi zor tuttum. Cevap olarak ne yazmış dersiniz? Hangi tahılların hangi bölgelerimizde yetiştiğini anlatmış. Derslere devam etmediği için, kültür ve hars kavramlarına karşılık gelen “ekin” kelimesini tahıl zannetmiş.  “İşte” dedim; “ben size lisede bunu anlatmaya çalışmıştım. Bir kelimeyi inadına zorlama ve dayatmayla kullanmayın, kimseye de dayatmayın. Anlamını bilerek, duyarak, hoşunuza gidiyorsa kullanın.”  “Hocam sizi işten geçtikten sonra anladık” dedi. “Hayır” dedim. “Hiçbir şey geçmedi, daha başındasınız.” 

Öğretmenlik hayatımda öğrencilerin “Hocam, üniversite sınavında sizce en önemli ders hangisidir?” şeklindeki sorularına hep “Türkçe” dedim. Herkes branşım olan “Fizik” cevabını bekler, “Nasıl olur hocam, biz fen öğrencisiyiz, siz de fizikçisiniz, bizim için Türkçe fizikten de mi önemli” diye itiraz ederlerdi. Bense, “ister fenci, ister matematikçi, ne olursanız olun, okuduğunuzu anlamazsanız cevabını bulamazsınız, bunun için Türkçe en önemli derstir” derdim. Ve bu iddiamı doğrulayan pek çok olay da yaşadım. Bir keresinde soruda geçen “benzin sarardı” deyimini, şahsın simasında görülen yorgun ve soluk görüntü yerine, arabaya konulan benzin anlamında algılayıp, en basit soruyu yanlış yapan bir öğrencimi hatırlıyorum.

Anlayabilmek, anlatabilmek için en önemli vasıta dildir. İyi kullanmak, korumak, bozmamak, mümkün olduğunca güzelleştirmek zorundayız. Hem yaşayan, hem de toplumla birlikte yürüyen bir dilin insana ve topluma kazandıracağı ayırt edici müstesna vasıflar vardır. Dilimizi hem yaşatmak, hem de tarih içinde bizimle beraber yürütmek zorundayız. Ancak buna pek de dikkat ediyor sayılmayız. Ne yazık ki devlet televizyonlarında dahi sunuculuk yapan, ya da alt yazı yazan görevlilerin, “yalnız” yerine “yanlız”ı,  “yanlış” yerine de “yalnış”ı kullandıklarına çok şahit oldum.

Şimdilerde argo, nadan, sakil ve başkaca çirkin vasıfları taşıyan sokak jargonu bir üslûp, neredeyse toplumun çok büyük bir kesimine hâkim durumda. Estetik, nezaket, nefaset, letafet dolu hitaplara hasretiz. Özde kibarlığımızı kaybettik ya, bu durum sözde kibarlığı da yok etti. Ağızdan dökülen nahoş kelimeler kalpten geliyorsa, kalbimiz kirlenmiş demektir. Ağızdan çıkanla, gönülde oluşan, kısır döngü –eskilerin tabiriyle fasit daire- halinde durmadan birbirlerini tetikliyor ve dilimiz alabildiğine bozuluyor, yozlaşıyor. Güzelliğini kaybediyor. Samimi, sıcak, sevecen, dostane, barışçıl kelimelerin yerini, öfke, kin, nefret, kibir kokan sözler almış durumda. Özellikle özel TV kanalları –hatta TRT kanalları bile- nefis Türkçemizi çirkinleştirmek için sanki yarış halindeler. Örnek teşkil etmesi gereken kişi ve kurumlar anlamsız bir vurdumduymazlık içinde. Daha kötüsü onlar dahi genel akıntıya kapılmış durumda. Okumuş yazmış olanlarımız bile, birbiriyle buluşmak istediklerinde, biri diğerine saati kastederek “altı gibi gelirim” diyor. 6 (altı) gibi gelmek nasıl bir şeyse. Bundan anlaşılan 6’ya benzeyerek gelmek değil mi? Bu nasıl olacak. İnsan 6’ya nasıl benzeyecek.  

Yine son yıllarda bir moda türedi. Anne çocuğuna “anneciğim”, baba “babacığım”, hala yeğenine “halacığım”, amca  “amcacığım” diye hitap ediyor. Bir baba yeni konuşmaya başlayan evladına “babacığım” diye hitap ederse, o çocuk kimin baba kimin evlat olduğunu nasıl ayırt etsin. Çocuk psikologları bu türlü hitapların olumsuzluklarını durmadan anlatsalar da birileri evladına halâ “babacığım” demeye devam ediyor.

Toplumun dili çirkinleşince insan davranışları da ona paralel bir değişim gösterir. Kaba ve çirkin bir üslûp önce taraflar arasındaki samimiyeti, sonra saygıyı ve nihayet sevgiyi yok eder. Aradaki gönül bağı kalkınca, bencil bireylerden oluşan bir toplum ortaya çıkar. Karşılıklı sevgi, saygı, güven, samimiyet kaybolur ve toplum ki “millet” olma vasfını adım adım kaybeder.

Bu nedenle aydınlar, bilim insanları, yönetenler, öğretmenler, sanatçılar, yazarlar edipler hülâsa hepimiz bu manada çok büyük mesuliyet altındayız. Özellikle barışa, sevgiye, yardımlaşmaya, dayanışma ve hoşgörüye, güvene her zamankinden fazla muhtaç olduğumuz şu günlerde ağzımızdan çıkan değil her kelimeye, her harfe dahi çok dikkat etmek zorundayız. Söylenen söz bizden çıkınca geri çağırma imkânımız olmaz. Muhatabına ya gül demeti ya da mızrak olarak varacaktır. Seçim bizim.

Kalın sağlıcakla.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum