Efendi BARUTÇU

Efendi BARUTÇU

Milli hâkimiyet mi? Milletin hâkimiyeti mi? veya hangi millet? -2*

Milli Egemenlik Kavramının Türk Siyasi Hayatındaki Gelişimi

Tarihi şartları itibari ile kurumsal yapısı sarsılan Osmanlı İmparatorluğu, yönetimdeki merkezileşme çabalarına paralel olarak hukuki yapısını da egemenliğin millete doğru yayıldığı bir düzenleme faaliyetlerine yönelmiştir. 1808’de Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanları, ciddi anlamda uygulanma imkânı bulamayan, ancak, mutlak egemenliği dengelemeye çalışan belgeler olarak hatırlanır.

Fatih’le başlayan ve babadan oğula intikal eden egemenlik anlayışı, 1876 Anayasası’nın 3. maddesinde anayasal bir hüküm haline getirilmiş; bunun yanında yine aynı Anayasa ile egemenliğin kullanılması hususunda Padişaha yardımcı müesseseler de düzenlenmiştir. 1909’da ise 3. maddeye bir cümle eklenerek Padişahın tahta çıkışında, Meclisin önünde millete sadakat yemini edeceği hüküm altına alınmıştır. Böylece, adeta egemenlik, Padişahlık makamından millete doğru yönelmiştir.

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğuna dair anayasal hüküm ise 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1. Maddesidir. Milli egemenlik anlayışının Türk toplumunda gelişmesinde, Fransız İhtilâlinin etkileri inkâr edilemez. Özellikle Namık Kemal ile Ali Suavi arasındaki “halk egemenliği” kaynaklı tartışma, günümüz Türkiye’sinden de kesitler sunması açısından ilginçtir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki milli egemenlik kavramı bir anayasal hüküm haline birdenbire ve sadece Fransız İhtilali’nin etkisiyle gelmemiştir. Her şeyden önce Türk-İslâm egemenlik anlayışı, her zaman Avrupa kökenli egemenlik anlayışından farklı olmuştur. Örneğin, bir Patrona Halil, bir Kabakçı Mustafa, bir Alemdar Mustafa Paşa Padişah olmayı, mevcut egemenlik anlayışını, iktidar düzenini değiştirmeyi düşünmemişlerdir. Yıllar süren mücadeleler sonucu Padişah halledildikten sonra dahi yine Sülale-i Ali Osman’dan birisi tahta geçirilmiştir. Bunun yanında Osmanlı Padişahları, her zaman Türk-İslâm egemenlik anlayışına sadık olmuşlar, kendi kendilerinin iktidarını sınırlayabilmişlerdir. Padişahlar bu gelenek sebebiyle milli egemenlik kavramına yabancı değillerdir.

1868’de Şura-i Devlet’in açılışında yayımlanan Hatt-ı Hümayun’da Sultan Abdulaziz açıkça milli egemenlikten bahsetmiştir. Yine Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı öncesi uzun süre iktidarda olan İttihat ve Terakki, Türkçü bir parti olup, Tüzüğünde Türk Milliyetçiliği fikrine ve milli egemenlik ilkesine de yer vermiştir. Ancak bu fikirler İmparatorluğun nazik yapısı da düşünülerek hiçbir zaman uygulamaya konulamamıştır.

Milli mücadele döneminde egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine verilmesi, monarşiden cumhuriyete geçerken İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e bir boşluk bırakmamak içindir. Bunun için de Kurtuluş Savaşı başarıyla yürütülmüştür.

Görüldüğü gibi 1921 Anayasası’nda ifadesini bulan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, eski meşruiyet teorilerine dayanarak devletin yönetilmesinin imkânsızlığı ve milli devlet şuuru ile Milli Mücadelenin topyekûn kazanılması azmidir.

Mustafa Kemal Paşa, “bila kayd ü şart hâkimiyet” fikrini, dönemin şartlarında dış anlamda “istiklal-i tam” hedefini ifade etmek, iç anlamda Meşrutiyet yerine devrimci Cumhuriyeti işaret etmek üzere kullanmıştır. Zaten “bila kayd ü şart hâkimiyet” fikri, Fransız İnkılabında olduğu gibi bizde de devrimci bir fikirdir; Türkiye için kurtuluş ve kuruluş döneminin ifadesidir. Böyle olağanüstü bir dönemin siyasi hukukunun anlatımıdır.

Prof. Dr. Teziç’in deyimiyle “kayıtsız şartsız... üstün bir emretme gücü”dür. Nitekim Atatürk daima “kuvvetler birliği”ni savunmuştur. Daima kamu otoritesi ve devletin müdahale alanı çok geniş tutulmuştur.

Milli Hâkimiyet, Milli İrade Mefhumlarının Esas Teşkilât Hukukumuza Girişi

Milli hâkimiyet ve bunun tabii bir devamı olmak üzere Milli irâde mefhumları ve kanunların da Milli hâkimiyetin ve Milli irâdenin bir tezahürü olarak karşılanması keyfiyeti, siyasi hayatımızda, milli istiklâl fikrinin yarattığı milli mücadele devrinin başlamasile birlikte ehemmiyete mazhar kılınmış ve bu ehemmiyetini bu devir zarfında olduğu gibi onu takip eyliyen, Birinci Cumhuriyet devrinde de muhafaza eylemiştir.

Milli istiklâli tahakkuk ettirmek gayesile açılan Milli Mücadele devrinin bidayetinden itibaren, yeni ve müstakil bir Devletin temellerini atmaya çalışan Atatürk ve o devrin İnkılâpçıları, girişilen milli istiklâl mücadelesinin muvaffakiyete ulaşabilmesi hususunda, yegâne müsbet hal sureti olarak, Milletin azim ve kararını, Milletin hâkimiyetini. Milletin irâdesini nazara almışlar; bu yeni devrin, bu yeni Devletin milli hâkimiyet ve milli irâde gibi esaslara dayanmasını elzem bir husus olarak karşılamışlardır, işte, bundan dolayıdır ki , 1919 da Anadoluda millî istiklâli tahakkuk ettirmek gayesile başlayan milli hareketin, milli hâkimiyet ve millî irâde doktrinine istinad ettirilmesi gibi bir hususiyet kendisini göstermiştir.

Dış Egemenlik Kavramının Dönüşümü

Devlet egemenliği ve insan haklarının, uluslararası düşünce ve pratikleri zaman içinde önemli değişimlere uğramıştır. Bu yönüyle, özellikle egemenlik kavramının tarihi süreç içinde “kavramsal göç” yaşadığı söylenebilir. Egemenlik ve insan hakları arasındaki ilişki açısından yaşanan bu süreci birkaç döneme ayırmak mümkündür. İlk olarak, mutlak devlet egemenliği dönemi olarak da adlandırılabilecek ve devletin bireyler üzerinde tam yetki sahibi olduğu, birey haklarının en iyi şekilde yurttaşı olduğu devlet tarafından korunacağı inancının hâkim olduğu dönemden bahsedilebilir.

Bu dönemde, devletin insan haklarının tanınması ve korunması bakımından tabi olduğu standart evrensel normlardan bahsetmek mümkün olmadığı gibi insan haklarının korunmasına yönelik güvencelerin içeriği de belirsizdir. Bu nedenle değil hakların korunmasının izlenmesi ve denetlenmesi, insan haklarının bir bütün olarak tanınması bile pek çok coğrafyada başlı başına bir sorun teşkil etmiştir. İkinci olarak, insan haklarının sadece devletlerin iç meselesi olmaktan çıkıp uluslararası siyaset ve hukukun konusu olduğu dönemden bahsedilebilir. Üzerinde yapılan tüm tartışmalara rağmen, uluslararası insan hakları normlarının ortaya konulmasıyla ve bu normların insan haklarını ihlal eden devletlere müdahalelerin dayanağı olarak sunulmasıyla birlikte insan hakları ve egemenlik ilişkisi yeni bir döneme girmiştir.         Böylece, devletin koruması altındaki insan hakları anlayışından, “hak odaklı” (rights-bearing) bir aşamaya geçilmiştir. Bireyler, devlet tarafından tanımlanan haklarının korunmasını talep etmek yerine, haklarını devlete karşı ileri sürebilme imkanına kavuşmuşlardır.

Son olarak da, İkinci Dünya Savaşından sonra hakların devlete karşı ileri sürülebilmesi aşamasından, uluslararası alanda da ileri sürülebileceği bir döneme geçilmiştir. Özellikle insan hakları ihlallerine karşı başvurulabilecek uluslararası mekanizmaların kurulmasıyla birlikte, bireyler uluslararası hukukun öznesi halini almışlardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası insan hakları olgusuna temelden karşı olan “mutlak egemenlik” kavramsallaştırması uluslararası toplum tarafından genel kabul görmekteydi. Ancak aynı süreçte, savaşın yıkıcı etkileri insan hakları olgusunu uluslararası toplumun temel normlarından biri haline dönüşmüştür.

Özellikle son yirmi yılda klasik egemenlik algısı daha “az mutlak” ve daha çok “insan hakları odaklı” bir hal almıştır. Bu yaklaşımın gelecek yıllarda da devam etme eğilimi içinde olacağını söylemek mümkündür. Devletlerarasındaki etkileşimin artma eğiliminde olduğu modern dünyada uluslararası sistemin, devlet odaklı olmaktan insan odaklı olmaya doğru evrildiği açıkça izlenebilir. Bu süreçte insanı esas alan uluslararası insan hakları hukukunun, hiçbir şekilde müdahale edilmez kabul edilen devlet sistemlerine nüfuz ettiği, insan haklarının korunmasına yönelik yeni sistemler oluşturduğu, oluşturulan bu sistemler vasıtasıyla mutlak anlamda egemen devletin egemenlik alanına insancıl müdahalelerde bulunduğu ve devletlerin ulusal anayasalarını etkilediği açıkça izlenebilmektedir. Bu bakımdan klasik egemenlik teorisinin ön kabullerinin günümüz dünyasında yalnız başına geçerli olduğunu ileri sürmek mümkün değildir.

Her türlü çağdaş gelişmeden arındırılmış mutlak ve değişmez bir egemenlik anlayışı kabul edildiği takdirde, uluslararası hukukun ve insan hakları politikalarının devlet egemenliğini zayıflattığı ve aşındırdığı ileri sürülebilir.

Egemenin belli hakları, yetkileri dönemsel olarak ve devletten devlete değişim gösterebilir. Bu değişimlerin belki de en önemlilerinden biri doksanlı yıllarda yaşanmış ve bu gelişmeler neticesinde devletler kendi toprakları üzerinde kendi vatandaşlarına karşı kıyım yapabilme konusundaki yetkilerini büyük ölçüde yitirmişlerdir.

Küreselleşme ile birlikte insan hakları uygulamalarının, özellikle de devletlerin kendi vatandaşları üzerindeki suiistimallerini sınırlayan uygulamaların, uluslararası alandaki meşruiyeti artmıştır. Dolayısıyla, uluslararası olarak tanımlanmış insan haklarının kabulüyle birlikte devletlerin egemenlik tanımlamalarının da farklılaştığını söylemek mümkündür. Hak ihlallerinin engellenebilmesi amacıyla devletlerin topraklarına yapılan insancıl müdahaleler, egemenlik kavramının yeni bir boyut kazandığının önemli göstergelerinden biridir. Doğrudan insancıl müdahale aracılığıyla, ekonomik ambargo ya da diplomatik ilişkilerin askıya alınması gibi ikincil yöntemlerin ötesine geçilerek geçici bir süre için de olsa devletin egemenlik haklarına müdahalede bulunulmakta, egemenlik gücü sınırlanmakta veya egemenliğin en belirgin görünümlerinden biri olan fiziki sınırları üzerindeki tam bağımsızlığı askıya alınmış olmaktadır. .

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulmasının ve kurumsallaşmasının devlet egemenliği bakımından önemli olan yanı, insan hakkı ihlalleri söz konusu olduğunda ulusal yargının ötesine geçilebileceğinin ve siyasal iktidarın kendi yurttaşlarına karşı davranışları bakımından da uluslararası hukuka tabi olacağının kabul edilmesidir. İnsan haklarını ihlal eden devlet görevlilerinin/yöneticilerinin uluslararası bir merci tarafından yargılanmasını sağlayan bu mekanizma ile devletin egemenlik hakkı sınırlanmaktadır. Dolayısıyla devlet egemenliğinin önemli bir göstergesi olan yargılama faaliyeti sadece ulusal bir yetki olmaktan çıkmış insanlık adına hareket eden, uluslararası bir mahkeme tarafından yürütülen bir boyut kazanmıştır. İnsan haklarını yalnız olarak devletlerin bir iç meselesi olarak görmek ve hak ihlalleri karşısında ilgili devletin yurttaşlarının harekete geçmesini beklemek, söz konusu ihlallerin asgariye indirgenmesini sağlamakta yetersiz kalacaktır. Şüphesiz mutlak egemenlik almayışının artık geride kaldığını ve tamamen terk edildiğini/edilmesi gerektiğini ileri sürmek fazlasıyla iddialı bir yaklaşım olur. Ancak evrensel bazda insan haklarının tanınması ve buna ilişkin birtakım koruma mekanizmalarının geliştirilmesinin klasik devlet egemenliği anlayışında önemli değişimlere yol açtığını da kabul etmek gerekir.

Bizde ise devlet egemenliğinin dış şartları yani bağımsızlık anlayışı da uluslararası hukuk lehine değişiyor. Mesela önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ferdi müracaat hakkını kabul ettik, sonra AİHM kararlarının Türk yargı sistemi içinde yargılanmanın yenilenmesi sebebi olarak mevzuatımıza aldık. Başka bir deyişle iç hukuk veya iç egemenlik sistemimiz birey lehine, dış egemenlik anlayışımız da uluslararası hukuk ve uluslararası kurumlar lehine değişmektedir.(devam edeceğiz)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.