Şerif KUTLUDAĞ

Şerif KUTLUDAĞ

‘Ocakbaşı Sohbetleri’nden ne kaldı

1 Ocak’la birlikte “Merhaba” dediğimiz Ocak ayı kültürümüzde derin izler bırakarak hayatımızdan sessiz sedasız çekiliveren “ocak” ile “ ocakbaşı” kavramları geliverdi hatırıma!..

Ocak ve ocakbaşı kelimelerinin ihtiva ettiği derin kültürden mahrum bir yeni kuşakla birlikte olduğumuz gerçeğini de yaşadığımızın bilincindeyim elbette…

“Korkma!.. Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!..”

Derken Mehmet Akif Ersoy’un “ocak” kelimesinden kast ettiği anlam en son ailedir.

Ocak, kelimesi doğal hayat ile soba öncesi dönemlerde evlerde ateş yakılan yegane ısınma mekanıydı. Doğal olarak da evde en çok vakit geçirilen alanda, içinde kütük ve odunların yakıldı duvara özel olarak yapılan ateş yakma yeriydi ocak…

Aile yaz ve kış evde olunan bütün zamanlarda ocağın önünde toplanır. Yere yayılan yer sofrasında yemekler yenirdi. Konu komşu geldiğinde ocağın önünde hilal şeklinde yerleşilirdi. Yemek ocakta yapılır, yufka ekmekleri ocağa konulan saç üzerinde pişirilirdi. Sözün özü, ocak; evin kalbiydi…

Ocağın bu özelliğinden dolayı da evlenecek yaşa gelen gençler için annelerin babaların duası; “Ölmeden önce hayırlısıyla şu bizim çocukları bir ocakbaşı yapabilsek!..” idi.

Birisine çok kızıldığında beddua; “Ocağın batsın!..” iken, aileden yakın birisine kızgınlığı belirtirken bu sefer “Ocağın batmasın!..” ya da “Ocağı batmayasıca!..” şekline dönüşüverirdi…

Kış günleri özellikle akşam yemeğinin arkasından ocakta yanan ateşin üzerinde elekte ya da uygun bir tencerede patlatılan “Darı/mısırın ardından ocağın iki başına oturan aile büyüklerinin anlattığı masallar dinlenir ya da yaşlı erkeklerin sohbetleri dinlenirdi. Buradan yaygınlaşan “Ocakbaşı sohbetleri!..” de işte bu ocak başında yaşanan kalp atışlarının ritmini yansıtan bir duygu seli yaratırdı o kültürü yaşayanlarda.

1970’lere gelinceye kadar TRT radyolarının en çok sevilen ve dinlenen programlarının başında da “Ocakbaşı Sohbetleri” gelirdi…

2024’ün Türkiye’sinde, doğalgazlı, kaloriferli, kombili, klimalı, en kötüsüyle sobalı evlerde yaşayanlara hem ocak kavramını hem de ocakbaşı sohbetleri kavramını anlatabilmenin mümkün olmadığını biliyorum.

Elazığ’da ocakta oluşan közlerin özellikle kış günlerinde ısısından yararlanmak için, bir mangalla ortada kürsü denilen bir masanın altına konulması ve masaya örtülen genişçe bir yorganın dizlerini örtecek şekilde etrafında sıralananların sohbetlerinden oluşan kültüre de “Kürsübaşı Sohbetleri” dendiğini burada hatırlatmak isterim…

Ben 1954 Güney/Denizli, doğumlu olduğumu, hem ocak hem de ocakbaşı kültürünü her yönüyle yaşadığımı söylemek isterim…

İşte bir zamanlar, karakış, zemheri, zengin ayları vb denilen soğuğun çok olduğu, bundan dolayı da evde zamanın en çok geçtiği evin kalbi konumundaki ocak adı verilen mekan özelliğinden dolayı aya da “ocak ayı” dendiğini düşünüyorum…

Sözün burasında ben de 70’ine adım atan bir yaş kıdemlisi olarak bir Ocakbaşı sohbetini hatırlatayım siz değerli okurlarıma…

Öncelikle ocak kelimesinin ateş yakılan yerin dışında, maden ocağı, taş ocağı, kum ocağı, kömür ocağı gibi maddelerin çok olduğu ve çıkarıldığı yerler için kullanıldığını;

Çay ocağı kavramının çok sık kullanıldığı bilgisini,

İlk çağlardan beri sürüp gelen geleneksel tedavi yöntemleri dediğimiz halk tababetinde “siğil ocağı”, “temren ocağı” gibi tanımlamalarda geçen ocak kavramının da o hastalığı iyileştiren kişiler için kullanılan bir kavram kelime olduğu bilgisini de takdirlerinize sunmak istiyorum…

Değerli okurlarım!

2 Ocak 1852’de “Şair-i azam" olarak isim yapan Abdülhak Hamid Tarhan doğarken, 1980’nin 2 Ocağında dilci ve sözlükçü Mustafa Nihat Özön hayatını kaybetti: 1981 2 Ocağında da bu sefer Anadolu masallarıyla haklı bir şöhret edinen Eflâtun Cem Güney hayatını kaybetti.

Bugün 3 Ocak 2024!.. Takvimler 1501’in 3 Ocağında Ali Şir Vevâî’ ile 1799’un 3 Ocağında da “Hüsn ü Aşk” Mesnevîsinin yazarı Şeyh Galib’in; 1927’nin 4 Ocağında Batarya ve Ateş’in yazarı Süleyman Nazif’in; 1975’in 5 Ocağında da Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya’nın hayatını kaybettiği bilgisini veriyor bizlere.

Bu bilgileri hatırlattıktan sonra hiç ayrıntıya girmeden bu dünyanın gerçeğini paylaşmak istiyorum siz değerli okurlarımla:

Kur’an’da “Her nefis ölümü tadacaktır!..” beyanıyla açıkça söylenen gerçeği, Dede Korkut Atamız da yine: “Gelimli dünya, gidimli dünya; âhiri ölümlü dünya!..” diyerek hatırlatmıştır bizlere…

Böylesine bir dünyada her birimiz süresini bilmediğimiz bir ömür misafiriyiz değerli okurlarım…

O halde öncelikle kendi değerimizi fark etmemiz ve bu değere saygılı bir yaşama şeklini tercih etmeliyiz değil mi efendim: Şeyh Galib (1757-1799)ne diyor bu husuta:

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

“Ey insan evlâdı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

Kendi var oluş/yaratılış güzelliğini fark ettikten sonra da bizim dışımızdaki her insanın da aynı şekilde güzel yaratıldığı kabulünden hareketle her bir cana merhametle, adaletle, sevgi ve saygıyla bakabilme olgunluğunu sergileyebilmemiz gerekiyor değil mi efendim!..

Yeni bir yıla adım atmışken, yazımı www.aydın24haber.com köşe yazarlarından sevgili dostum Nazilli Lisesi’nden sınıf arkadaşım Ali AKSÜT Beyefendinin dünkü yazısına başlık olarak seçtiği “Vira Bismillâh!..” duasıyla noktalamak istiyorum yazımı…

Vira Bismillah!..

GÜL/AYDIN… SEVGİLERİMLE…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum