Ahmet KELEŞOĞLU

Ahmet KELEŞOĞLU

Öküz arabası dedem ve ben

Öküz arabasının önünde oturmak!

Köylerde ulaşımı sağlayan, kullanımı en kolay arabadır öküz arabası.

Bu kolaylık tabii ki köylüye mahsus bir durumdur.

Elli sene öncesine gitme gereği hasıl oldu bu günlerde.

Uzun köy yolları, derme çatma karışık taşlarla kaplı olurdu. Bazen de yarı çamur, yarı kurumuş topraklı olurdu yollar.

Çamurlu yollarda, o büyük arka tekerlekler çamura saplandığında bir hareketlilik olurdu öküz arabasının arkasında. Arkasında diyorsam en fazla iki metrelik bir uzunluktan bahsediyorum. O iki metre uzunluğundaki arka kasada neler olmazdı ki! Akşam olduğunda köye dönüş telaşı başlardı. O gün toplanan fındık mahsulü, yemek kapları ve bir sürü eşyanın yanında en az dört kişide arabanın arkasında yerini alırdı.

Dedem çıngıraklı arif ağanın Ahmet, öküz arabasının önünde oturuyordu. Yanında da ben oturuyordum. Dedemin atının eğerine ve çevresine, gümüşten paraya benzer pullar takılıydı. At tıkırak devam ederken, uzaktan bu gümüşler ses çıkarırdı. Böylece dedemin geldiği anlaşılırdı. O yüzden çıngıraklı Ahmet derlerdi dedeme.

Bir ara öküzler zorlanır gibi olmuştu.

Araba gitmiyordu. Herkes kendinden geçmiş gibiydi. Akşam olmak üzereydi. Yorgunluk her haliyle vücutları teslim almış durumdaydı.

Dedem bağırdı;

"İnin aşağı çıkarın tekerlekleri çamurdan" diye.. Yüksek sesle bağırırdı dedem.

Hemen tekerleğe birkaç kişi omuz vermişti.

Bende inecek olurdum arabadan, sanki bir şey yapacakmış gibi.

"Sen dur Ahmet" dedi dedem.

Eee nede olsa adımı dedem koymuştu.

Üstelikte öküz arabasının en önünde oturuyordum. İster istemez bir öncelik durumu kendini gösteriyordu.

Dedemin bir elinde ucu çivili üvendire diğer elinde tabakasından çıkarıp yaktığı sigarası vardı.

"Sen okuyacak büyük adam olacaksın Ahmet" derdi rahmetli dedem bana.

Yüzüne bakardım gözlerimi kırpmadan.

Ne büyük yüzü vardı dedemin.

Ne garip çizgiler vardı yüzünde.

Daha yedi yaşındaydım.

Dedem bana büyükmüşüm gibi davranıyordu. Yoksa ben mi öyle anlıyordum. Bilmiyorum.

Belki de bilerek böyle yapıyordu.

Kim bilir ne düşünüyordu.

Neyse…

Öküz arabası çamurdan kurtulup taşlı yollara sardığında, ahşap tekerleğin çevresini saran demirin, çakıl taşlarıyla aralıksız dansından kesintisiz devam eden gıyyyyy sesi kulaklarımızı tırmalıyordu.

Köye yaklaştığımızda yüzlerde hafif bir tebessüm oluşurdu. Dedem kolay kolay gülmezdi. Ciddi duruşlu vakur ve katı tavırları ile kendini gösteren heybetli bir yapıya sahipti.

Heybetliydi diyorum, çünkü öldüğünde tabuta sığmamıştı dedem. Köyde acele tabutu uzatmışlardı cenaze günü.

Kızı ve oğlu çoktu dedemin. Kapısında yarıcılar beklerdi.

Yaşamın sert zorlukları ve sorumlulukları insanı bir değişik yapıyordu herhalde. Dedemin o sert ve katı duruşu beni heyecanlandırıyordu. Hiç ölmeyecekmiş zannederdim ona bakınca.

O zamanlarda dedem sanki çekim merkezi gibiydi. Mutlaka onun dediği olur ve sözü dinlenirdi.

Hiçbir zaman bir dediği iki edilmezdi.

Artık öküz arabasının gıcırtıları yavaş yavaş azalmaya başlamış köye yaklaşmıştık.

Biraz sonra araba harmanın geçeğinden içeri girecekti. Böylece günün o büyük yorgunluğu da son bulacaktı.

Lüpet dayı, aceleyle öküzlerin boyunduruklarını çıkardı. Lüpet dayı, dedemin kapısındaki göçebe yarıcılardan biriydi. Öküzleri gölgelik bir yere çekmişti. Ben ise meraklı gözlerle onu izliyordum.

Yarıcı başı Lüpet dayı koşturarak gittiği kuyudan su çekiyor, kazanları doldurup öküzlerin önüne koyuyordu.

Arkasından geleceği önceden tahmin edildiği için dedemin demlenmiş çayı harmandaki çardağın altına getirildi.

Çuvaldızla kabaca dikilmiş çuvallar açılırken, harmanın orta yeri öbek öbek fındık yığınlarıyla dolardı.

"Ahmet ağanın harmanını ayrı yapın onun masrafı çok olacak" derdi dedem.

Bende artık ilkokula başlayacaktım. Dedem bana torpil geçiyordu.

Benim harmanımı onun için ayırmış olmalıydı.

"Git harmanına sahip çık" dediğinde, üzerime bir görev verildiğini ve benim de alanda bir yer kapladığımı anlıyordum.

O anda Ahmet ağa ben oluyordum.

Artık fındık harmanının kalktığı, kapçukların yağmur ve güneşten kahverengine dönüştüğü ağustos un son günleriydi.

Kurutulmuş fındıkların bir kısmı, tüccara teslim edilecek, bir kısmı da Fiskobirlik’in önündeki kuyruğa girecekti. 

Tüm çaba ve uğraşın sonunda, kaymağı hep fındık tüccarları yerdi. Bir yıl boyunca tüccardan devamlı para alınmış devamlı kapısı aşındırılmıştı. İlk sürümde randıman ne olursa olsun fındığı ucuzdan alırdı tüccar. Kalan bir kaç ton fındığı da Fiskobirlik taban fiyattan alırdı. Ama onun da çok kıymeti olmazdı.

Bir yıl boyunca yapılan tüm çabanın karşılığında hasat bereketini bu kadar gösterebilmişti.

Diğer alacaklılarda sırayla alacaklarını almak için haber gönderirdi.

Acı olan ise hasat kalkıp ödemeler yapıldıktan, belki de dört beş ay sonra tekrar tüccar ın yolu tutulurdu.

Bu yıllarca böyle devam edip giderdi.

Karadeniz köylüsünün tükenmek bilmeyen dramı hiçbir zaman değişmedi.

Ben ise okula gideceğim günü iple çeker, hayallerimi de rüyalarımda süslerdim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum