Nebil ALPARSLAN

Nebil ALPARSLAN

Salgından alınacak dersler

Bundan önceki “virüsler” başlıklı yazımda “Hastalık da sağlık da küreselleşti. Sevgide, saygıda, dayanışmada, barışta küreselleşemeyen insanoğlu belki musibetlerin ikazıyla onlarda da küreselleşecek. Öyle de olmak zorunda” demiştim. Bu ifadenin sıradan bir tespit olmadığı, çok önemli bir gerçek olduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor.

Günümüzde bilim ve teknoloji doruk noktasına ulaştı. Bilim altın devrini yaşıyor. Genetik şifrenin çözümünde sona yaklaşıldı. İsviçre Cern’de parçacık hızlandırıcıdaki deneylerle evrenin oluşumundaki sırlar araştırılıyor. Silah sektörü bütün dünyayı birkaç saat içinde yok edebilecek bir silah stokunun sahibi. Uzay boşluğunda başka hayatların var olup olmadığı araştırılıyor. Tıp bilimi de zirvede. İnsandaki dünya sevgisi, güç, iktidar, servet sevgisi, haz ve konfor arzusu o denli şiddetli ki bir kısım insanlar ölüme çare bulma arzusu ile yanıp tutuşuyor. Çünkü kendileri için başka dünyanın olmadığına inanmaktalar.

İnsanlığın azgın iştihası bütün sınırları zorlamakta, hatta bazı sınırları aştığına inanmakta. Güç, servet, bilgi ve teknolojinin bileşkesi olan kibir onu alabildiğine şımarttı. Hatta bir kesimi tamamen esir aldı. Zenginlik, sınır tanımazlık kol gezmekte. Bir tarafta lüks, israf, ihtişam ve debdebe içinde yaşayan haz ve konfor nesli, diğer tarafta da yokluk, açlık hatta susuzluk çeken yüz milyonlarca masum ve mazlum kitle oluştu. Dünya serveti piramidin tepesinde yaşayan çok küçük bir zümrenin elinde toplandı. Necip Fazıl bunu “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul / Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul” diyerek çok güzel ifade eder. Şimdilerde durum tam da bu, hatta bundan da kötü. Bir kez Kurdun dişine kan bulaşmış ya. Artık sınır tanımazdı.   

İşte böyle bir devirde, mikroskopla zor görülebilen minik bir yaratık bütün insanlığı teslim aldı. Dünya daha önce de milyonları kırıp geçiren veba salgınları yaşamıştı. Ama bunun farkı lokal değil genel oluşuydu. Mültecileri Ege’nin, Akdeniz’in dalgalarına acımadan itenler bu mikroskobik yaratıkla başa çıkamadı. Yunan sınırında çaresiz insanlara sıkılan biber gazı Corona’yı sadece güldürdü. İnsanları eve kapatıp kendisi hiçbir sınır tanımadan bütün dünyayı dolaşıyor.  İnsan ya da kavim ayrımı da yapmıyor. Dünyanın her yerinde spor müsabakaları, olimpiyatlar iptal edildi. Eğitim durdu. Alışveriş merkezleri, bankalar her şey minimum kapasite ile hizmet vermekte. Fabrikalar kapatıldı, üretim durdu. Dünya ekonomisini çok ciddi bir kriz bekliyor. Camiler, hatta Kâbe kapatıldı. Hristiyan dünyası Pazar Ayini yapamıyor. Yargı faaliyetleri askıya alındı. İnsanoğlu çaresiz kaldı, zamana güvenerek her şeyini öteledi. Musibeti durdurmak için ülkeler birbirleriyle dostane görüntülerle bilgi ve tıbbi malzeme alışverişine yöneldiler. Her ülke komşusundaki vaka sayısının artmasından endişe ediyor, azalsın istiyor.  Çünkü komşuda artarsa kendisi de etkilenecek. Ülkeler arasındaki yüzyılların husumetleri geçici ve menfaate dayalı da olsa sanki yardımlaşmaya dönüştü.

İçinde bulunduğumuz bu vaziyet evrensel tecellidir. Evrensel olayların evrensel mesajları olur. Bireysel, ailevi, toplumsal ve hatta milletler seviyesinde mesajlar. Yeter ki birey ve toplum olarak bu mesajı iyi okuyabilelim.

21. yüzyıl kentlileşme ortamında iş dünyası, çalışma şartları mega kentlerin karmaşık hayat tarzı pek çok değerleri törpüledi. Bunların neler olduğunu az çok hepimiz idrak ediyoruz. Aynı kentte yaşayan aynı aile bireyler dahi birbirini çok az görebilmekte. Evlerimiz “yuva” değil artık. Barınma yeri. Sofra birlikteliğimiz kayboldu. Oysa sofra ailenin en temel ortak değeridir. Annemizin ya da eşimizin el ve gönül ürünü damak lezzetini sofraya oturunca tadarız. Yiyip içtiklerimizi evimize getiren aile emekçilerimizin kadrini orada daha bir yürekten hissederiz. Ve şükranlarımızı “eline sağlık” ya da “Allah razı olsun” dualarıyla pekiştiririz. Keza evlerimiz sıradan bir barınma yeri de değildir. Yatış zamanı odadan odaya bir gecelik vedalaşmalar, gün doğumu güler yüzlü iyi dilekler en güzel, en anlamlı mana ve maksadını “ev”lerimizde bulur. Böyle olunca o mekânlar birer barınak, birer otel odası olmaktan çıkar, soğuk kış gecelerinde büyüklerin sevgi nefesiyle küçüklerin ısındığı birer “yuva” olur. Şimdi tam zamanı. Kaybetmeye başladığımız, örselendiğini hissettiğimiz değerlerimizi evde kaldığımız şu günlerde tekrar gözden geçirelim. Hayatımızın tamamı kendi kontrolümüzde değildir. Ne kadar güçlü, ne kadar zengin, ne kadar bilgili olursak olalım mutlaka bunların yetersiz kaldığı bir eşik olacaktır. Bu itibarla hiçbir şeyi israf etmeyelim. Hele insani değerlerimizi katiyen.

Dışarı çıkmak zorunda olanlarımız var. Tavsiye edilen tedbirlere uyalım. Bize bir şey olmasa da tedbirsizlik ve dikkatsizlik yüzünden bir kişiye bulaştıracağımız vaka nedeniyle onun ya da başkalarının hayatına zarar gelirse bunun kul hakkının en büyüğü olduğun bilelim. En temel insan hakkı yaşama hakkıdır. Bu hakkı hiçbir bedelle ödeyemeyiz.

Kamu olarak yapacaklarımız var. Önümüz tarım ve hasat mevsimi. Gelecek günler için yeterli miktarda sebze, meyve, tahıl ve benzeri gıda maddesi hasılatı için ekim, dikim, bakım ve hasat işlemlerinin en iyi şekilde organize edilmesi gerekir. Ülkenin gıda ihtiyacı sağlıktan sonra ilk sırada. Mevcut kıyafetlerimizle bir ya da birçok yıl idare edebiliriz. Oturduğumuz konutlar yıllarca ihtiyacımızı karşılar. Mevcut yollarımız, köprülerimiz, taşıt araçlarımız uzun süre yeterli gelebilir. Ancak ülkemizin gıda kaynakları dönemseldir. Üretirsek vardır. Üretmediğimiz takdirde önümüzdeki günleri aç geçirmek zorundayız. Üreticimiz, çiftçimiz bunun üstesinden kendi başına gelemeyebilir. Kamu olarak sağlık sektöründe gösterdiğimiz özen ve dikkati tarım sektöründe de, hem de üst düzeyde göstermek zorundayız. Salgın, açlık ve yoksullukla birleşirse etkisi kat be kat artar.   

Milletleri yöneten yönetici ekibin dahi bundan çıkarması gereken dersler olmalı. Dünya artık küçük bir köy. Hiçbir ülke kendini diğerlerinden soyutlayamıyor. İşte corona salgınında gördük, Virüs Asya, Avrupa, Amerika ayrımı yapmadı. Öyleyse artık sorunlar yerel değil küresel. Öyle olmalı. Öyle olmak zorunda. Yerel gibi görülen bir sorun, sözgelimi Afrika’da hüküm süren yoksulluk sadece Afrikalınım sorunu  olmamalı. Hatta egemenler o sorunun kendilerinin eseri olduğun görmeli ve anlamalı. Modern (!) dünya lüks, israf ve ihtişam peşinde olmasa o insanlar yoksul olmayacak, açlıktan ölmeyecekler. Silah sanayinin patronları trilyon dolarlık hırslar peşinde koşmasalar savaşlar olmayacak, insanlar ölmeyecek. Çocuklar yetim kalmayacak. Ülkeler yok olmayacak. Tabiatın dengesi bu kadar zulmü kaldıramaz. Ve zulüm ile muamele edenin sonu berbat olur.

Mevcut durum gerçekten vahim. Hafife alınacak bir tarafı yok. Etkileri uzun yıllara sari şekilde devam edecek. Ekonomik ve mali zararları tahminlerin üstünde olabilir. Bütün dünyada zaten var olan işsizlik patlaması görülebilir. Pek çok sektör piyasadan silinebilir. Hastalığın seyri böyle devam ederse devletler birikim ve varlıklarının neredeyse tamamını insanların hayatta kalması için sağlık harcamalarına aktarmak zorunda kalacak. Böyle olunca küresel ekonomi hızlı bir küçülme döngüsüne girebilir. Bu itibarla tek tek bireylerden devlet kurumlarına kadar her irade, hepimiz, bütün dünya olanca tasarruf tedbirleriyle elimizdeki imkânları en verimli biçimde kullanma ve harcama yolunu seçmeliyiz.

Aksi takdirde sonraki nesillere yaşanabilir bir dünya bırakma görevimizi yapmış olmayız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum