Efendi BARUTÇU

Efendi BARUTÇU

Mehrali Bey’den Muhsin Yazıcıoğlu’na

Çok özlediği sonsuzluğa yürüyüşünün 13. yıl dönümünde rahmetle andığımız Muhsin Yazıcıoğlu’nun aziz hatırasına… 

“Ne yazık ki yiğitlik ölüme mâni değildir.”

muhsin-yazicioglu-efendi-barutcu-001.jpg

“Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama
Köz goyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eyleme
Yemen’e de benim ağam Yemen’e 
Endi m’ola Mehrali bey Yemen’e 
Gurdu m’ola çadırları çimene 
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne 
Dert benim vallah kime ne”

Yukarıdaki mısralar her dinlediğimizde bizi derin hüzünlere sevk eden Mehrali Bey ağıtındandır. Bu ağıtı Sivaslı TRT sanatçısı Kubilay Dökmetaş’tan dinlemek hüznümüzü biraz daha arttırır.

Bu ağıtı ne zaman dinlesem Anadolu’nun yiğit evladı, 1970’li yılların ülkücü gençlik lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nu hatırlarım. “Ne alaka?” diyeceksiniz. Bir kere her ikisi de Sivaslıdır, Sivas’ın bağrından yetişmiş evlad-ı vatandır. Mehrali Bey aslen Tiflis’in güneydoğu kesiminde yer alan Borçalı bölgesinin Karapapak Türklerindendir. Mehrali Bey’in hayatı bir destandır. Her ikisinin de hayatları hazin bir şekilde noktalanmıştır.

Mehrali Bey Karapapaklar’dan oluşan gönüllü alayıyla 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Harbinde Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kumandasında Ruslara karşı büyük mücadeleler vermiştir. Mehrali Bey’in ünü Sultan Abdülhamid tarafından bizzat huzura kabul edilerek kahramanlık nişanıyla mükafatlandırılmıştır. Osmanlı-Rus (93 Harbi) bittikten sonra aşireti ile Sivas’ın şimdiki Ulaş ilçesinin Acıyurt Köyü’nü kurmuş ve oraya yerleşmiştir. Daha sonra gönüllü alayıyla 39. Tümenin komutanı Miralay Ali Sait Bey’in emrinde Yemen’e gönderilmiştir. Yemen Sana’da sanat mektebinin müdürü Necati Bey’in babası hatıralarında şöyle yazıyor:

“ Bana ‘işte ünlü Mehrali Bey şu kırata binmiş adamdır’ denildiğinde, yüreğimden kıvılcımlanan tatlı bir ılıklık vücudumu sardı. “Adı çok duyulanları, yaptıkları dilden dile dolaşanları bambaşka tahayyül ediyor ve onları hayalimize sığdıramıyoruz. Halbuki onlar da bizim gibi birer insan. Vazifeleri ve durumları gereği çok iş yaptıkları zannedilebilir, hatta yapabilirler de. Bunları niçin büyütüyoruz?” sorusu zihnimi kurcalarken bile gözlerimi ondan alamıyordum. 
Mehrali Bey isyan bölgesinde asilere karşı kimi zaman elindeki tüfeği ile gençlere taş çıkaracak kadar çevik davranıyor, bir panter gibi korkusuzca saldırıyordu. Onun bu tavır ve davranışları alayı da etkiliyordu. Zira askerlere sadece disiplini değil, gönül bağı da hakimdi. Birbirlerini ağabey kardeş gibi görüyorlar, aralarında örnek bir davranış sergiliyorlar, gövdelerini birbirlerine siper ediyorlardı…
Bir akşam üstü Mehrali Bey’in sırtından yaralandığını duyduk. Kardeşi Ali Bey yarasının ağır olmadığını fakat koleraya yakalandığını söyledi. Çadırımda yaslanırken Mehrali Bey’in ölüm haberi gelince yüreğime saplanan bir acıyla sarsıldım! Yıldızların oynadığı berrak bir geceydi. “Yiğitlik ölüme çare değilmiş” diye düşündüm. Çok yakınlarım hakkın rahmetine kavuşmuştu fakat hiçbirisine Mehrali Bey kadar üzülmemiştim. Böyle cesur bir insan dünyaya pek az gelirdi.”

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ataları da Halep Türkmenlerindendir. Kızıl Oğuz boyundan Kızıl Ali Hoca diye bilinen büyük atasının Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Elmalı köyünü kurduğu ve oraya yerleştikleri tarihi kayıtlarda sabittir.

Bilindiği gibi Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatı da bir destan kahramanı gibi çok fırtınalı geçmiştir. 1970’li yılların Türkiye’sinde Türk milletini çağlar üzerinden aşırıp madde ve manâda kalkındırıp dünya milletlerinin ön saflarına geçirme mücadelesi veren ülkücü Türk milliyetçilerinin önde gelen mücadele adamlarındandır. Belli bir dönem de bu mücadeleyi veren ülkücü Türk gençliğine liderlik eden “serdengeçti”lerden birisidir. Özellikle Ankara’da üniversiteye başladığı yıllarda liderlik vasıflarıyla kısa zamanda öne çıkmıştır. Bu dönemde defalarca kanlı pusulardan kurtulmuş ve birkaç kez tutuklanıp cezaevine konulmuştur.

Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ülkücüydüler. Peki kimdi bu ülkücüler? Toplumu bütünü ile kavramak ve değiştirmek isteyen bir inanç hareketinin mensuplarıydılar. O kadar gençtiler ki ne kadar büyük işler yaptıklarının belki farkında bile değillerdi. Yan yana geldiklerinde adımlarından yer sarsılır, sesleri dağlarda yankılanırdı.

“Çankaya yolundayız balam 
Asya’nın bozkurtları 
Gönüllerde aynı ülkü
Tanrı Korusun Türk’ü”

Dirilişin iman, heyecan, ümit, coşkunluk istediğinin farkındaydılar. Onun için de gökkuşağını yakalamak azmiyle yola çıktılar. Huzurla örülmüş sevgi ve imanla yoğurulmuş bir aşk medeniyetinin inşasını gaye edinmişlerdi. Milletin fakirliğine, millettin adaletsiz yaşayışına isyan temel duygulardandı. İsyan ahlakını yaşıyorlardı. Hem toplum çapında sosyal adalet hem de küresel adaleti tesis temel duygu kaynaklarıydı. Bu milliyetçiliklerinin sosyal bir tezahürüydü. Ülkedeki yangını söndürmek için koştular sonunda kendileri yandılar, onlar:

‘Delinse yer çökse gök
Yansa kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru
Gideriz yine yayan’
Mısralarında ifadesini bulan bir adanmışlık duygusuna sahiptiler.

‘Ülkücülerin hareketi bir ahlak, bir kararlılık, bir vakar ve bir haysiyet hareketiydi. Bu ülkücü nesil hareketinin milletinin geleceğine dair sözleri söyleyecek, hangi taş olursa olsun onun altına elini, gövdesini ve hatta istikbalini ortaya koyacak bir kararlılığın adıydı.
Bu kararlılık sonunu hesap etmeden -sonunu düşünen kahraman olamaz- makam, mevkii mansıp, ikbal, menfaat rüyası görmeden yürüyecek olanların milleti için Bismillah’ıydı.

Muhsin Yazıcıoğlu ve bütün ülkücü neslin hikayesi her zaman inançları uğruna yüreklerini ortaya koyan gençlerin hikayesidir. Bu nesil bir sevdanın peşinde koşuyor bir erişilmeze at salıyor, daima uzayan yollarda hedefe varmak için çabalıyordu.

Hedef neydi peki?

Milliyetçi büyük Türkiye, Türk dünyasının birliği, İslam aleminin zilletten kurtulup izzet ve şerefinin yükselmesi ve arkasından bütün insanlığın saadet ve selameti.
Acıların çilelerin çekilmek için olduğunu biliyorlardı. Büyük Türk ülkücüsü Atsız Bey’in

“Istırap çek inleme… Ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da bir acizdir gözyaşın;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın,
Tek başına dileğe doğru at salmalısın.”
Mısraları onlara güç veriyordu.

Muhsin Yazıcıoğlu ve ülküdaşları hayatın donduğu, canın donduğu hücrelerde üşürken sonsuzluğu özleyen delikanlılardır.

“Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi, süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum..”

12 Eylül askeri darbesinden sonra çevresindekilerin yurtdışına çıkması konusundaki bütün ısrarlarına rağmen “cezaevlerinde tutuklanmış yüzlerce binlerce arkadaşım var onları bırakıp gidemem” diyerek teklifleri geri çevirmiştir. Bu asil tavır tarihimizde tıpkı Azerbaycan Milli Marşı’nın yazarı Ahmet Cevat’ın kendisine ailesiyle birlikte Türkiye’ye geçmesini teklif eden dostu Mehmedzade’ye: “Sen git, ben de gidersem Azerbaycan’ı kime bırakacağız, yazık değil mi?” cevabında görüldüğü gibi, büyük Türk denizcisi Oruç Reis’in İspanyollarla Kuzey Afrika’da Tlemsan’daki kuşatmayı yarıp Rio Solado Nehri’nin karşısına geçtiğinde geride kalan yirmi kadar levendinin “Baba bizi bırakıp gitme” feryatları üzerine hiç tereddüt etmeden nehri tekrar geçerek leventleriyle birlikte çarpışarak şehit olmasında da karşımıza çıkmaktadır.

Bu ruh, bu kahraman Türk duruşu günümüzden 13 asır evvel Çin esaretinden kurtulmak için 40 yiğidi ile Çin sarayını basan, sonra yanındaki yoldaşları ile Vey Irmağı kıyısına kadar çekilen Kürşat’ta da görülmektedir. Kaçıp hayatını kurtarmak mümkünken kaçmamış, kılıcını çekip “sonuna kadar!” narasıyla çarpışmış ve “ölmüş fakat yenilmemişti”. Tarihimizde yüzlerce örneğini gördüğümüz bu yiğit duruş merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında da bir kere daha tekrar edilmişti.

12 Eylül cellatlarının pençesinde C5’te ve Mamak Askeri Cezaevinde uzun yıllar en ağır işkencelere maruz kalmasına rağmen yüksek bir iman ve cesaretle direnmeyi bilmiş ve hayatını 12 Eylül cellatlarının elinden kurtarmıştır. Sonra adı daha sonra MHP’ye dönüşen MÇP’de siyasete girişi, kaderin kötü bir cilvesi ayrılık yılları… Büyük Birlik Partisi’nin Genel Başkanlığı… bu esnada birkaç kez maruz kaldığı şüpheli trafik kazaları… ve sonunda Kahramanmaraş’ın yüksek yaylalarında Keş Dağı’nın zirvelerinde şüpheli ve hazin bir ölüm -ama inşallah hükmen şehittir- ve

“Huzur dolu içimde 
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi 
Sana ulaşmak istiyorum”
mısralarıyla özlemini duyduğu sonsuzluğa kanatlanışı…

Artık fırtınalı bir hayat fırtınalı bir ölümle son bulmuştur. Cenazesindeki mahşeri kalabalığın en mantıklı izahı, destansı hayatı ve çok hüzünlü bir ölümü kadar inşallah ‘Allah sevdiği kulunu kullarına da sevdirir.’ hadisi şerifine mazhar olmasındandır.

Siyasetçi Muhsin Yazıcıoğlu için önemli olan, iktidar vizesi değil yüce rabbinin rızasıydı. Bu sebeple de -bütün ülkücü Türk milliyetçileri gibi- milletlerarası güç merkezlerinin ve küresel sermayenin projelerine alet olarak siyasi ikbal sahibi olmak yerine; hak bildiği yolda yalnız yürümeyi tercih edenlerdendir. Zira o yarın rûz-i mahşerde neden cumhurbaşkanı, başbakan olmadın? bakan olmadın? sualine muhatap olmayacağının, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup uymadığının sorulacağının şuurunda olan bir insandı.
Burada sözü hemşehrisi Zaralı Halil’e bırakıyoruz.

“Karlı dağlar karanlığın bastı mı
Kahpe felek ayrılığın vakti mi
Karlı dağlar ne olur ne olur
Asker (Muhsin) ağam gelse yârelerim ey olur ey olur”

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’yla ilk görüşmemiz 1975 senesi 15 Nisan’ında, Ankara Ülkü Ocakları Genel Merkez Kongres’inde Sami Bal’ın Genel Başkanlığa, kendisinin de genel başkan yardımcılığına seçildiği günlere rastlar.

Çok geçmedi, aynı yılın Temmuz başlarında Bursa’da cereyan eden talihsiz bir hadiseden dolayı arkadaşım dünya ahiret kardeşim merhum Mahmut Metin Kaplan ile beraber cumhuriyet savcılığınca ve emniyet güçleri tarafından aranıyorduk. Hakkımızda gıyabi tevkif kararı verilmişti. Hadiseyi duyar duymaz Genel Merkez’den Bursa’ya gelen ilk kişi Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Ben o gelişlerinde kendisiyle türlü manialar yüzünden yüz yüze görüşemedim. Fakat arkadaşım Metin Kaplan’ı daha sonra bir dönem Bursa Ülkü Ocakları Başkanı ve Bölge Eğitimcisi olan Süleyman Ünsal’la birlikte kaldığı evde bulmuşlar. Kendisine “Şunu biliniz ki Ülkü Ocakları Genel Merkezi olarak her zaman yanınızdayız” diye desteklerini ifade etmişler. Bunu ben daha sonra öğrendim.

 Uzun mahkeme ve tutukluluk yılları esnasında hangi cezaevine nakledilsek Muhsin Yazıcıoğlu kendine has vefa duygusuyla bizi aradı, sordu. Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı esnasında defalarca özel ziyaretinin yanında ne zaman batı illerine gitse ne yapar eder yolunu tutuklu olduğumuz Eskişehir Cezaevi’ne düşürüp bizleri görmeden Ankara’ya dönmezdi.

Sonra 12 Eylül yılları… Bizden sonra onlar da demir parmaklıkların ardına düştüler. Uzun ayrılık yıllarından sonra ben 1985 senesinin temmuz ayında Bartın Özel Tip Cezaevinden tahliye olduğumda ilk geçmiş olsun telgrafını Muhsin Yazıcıoğlu’ndan almıştım. Kendisi de 8 Nisan 1987’de Mamak Cezaevi’nden tahliye oldu. Ben de Kahramanmaraş’tan Sivas’a geçmiş olsun ziyaretine gittim. O gün köyüne, ana babasının yanına gidecekmiş. Bana da “gardaş beraber gidelim” dedi. Şarkışla’nın Elmalı Köyü’ne beraber gittik. Merhum Halit emminin ve merhume Fidan ananın evlerinde 4-5 gün misafir oldum. Huzurlu ve bereketli sofralarında beraber oturduk. Benim kamu haklarından men kararım 1997 Nisan ayına kadar devam ettiği için o dönemde herhangi bir politik faaliyetin içinde yer alamadım.

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’yla ebedi dostluk ve kardeşlik münasebetlerimiz hep devam etti. Her vesile ile görüşüyorduk.

Meşum 25 Mart 2009 tarihindeki kazadan hemen 1-2 saat sonra gönlümüze bir mızrak gibi saplanan kara haberi aldık. Şimdi merhumun sözü kız kardeşine bırakalım:

“Yılan Dağına kar yağmış. 
Demir Dağı duman almış 
Yazık oldu gençliğine 
Gurbet elde ziyan olmuş.

Dinmez akar gözüm yaşı 
Nerde dostu arkadaşı 
Ben gurbette kaybettim 
Dağ gibi kardaşı

Kardaşıma götürün 
Yoldaşıma götürün 
Alın da bu destanı 
Sırdaşıma götürün”

Kendisi de rahmete kavuşan şair Dilaver Cebeci de sanki o günleri görmüş gibi Hasret şiirinde:
“Şu dumanlı doruklarda
Boz şahinler uçmaz gayrı
Gözelerden ağı çıkar 
Alperenler içmez gayrı.”
ve devam ediyor:
“Bekleme ağlama beni çağırma
Tükendi dermanım gelemiyorum
Bu dağlar harami
Yollar ejderha
Yitirdim yönleri bulamıyorum.”

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’yla uzun yıllar süren dostluk kardeşliğimize rağmen, 1990’lı yıllarda Türk Ocakları Genel Merkezi’nin Ankara Dedeman Otelinde gerçekleştirdiği bir bilgi şölenindeki toplu fotoğraf, diğeri de 24.07.1999 tarihinde Ankara Gençlik Parkı nikah salonunda yan yana çekilmiş yalnızca iki fotoğrafımız vardır. Bendeniz, şair yazar Ali Akbaş ağabeyimizin değerli oğlu Emre Akbaş yeğenimin nikah şahidiyim, Muhsin Yazıcıoğlu da o tarihte özel kaleminde çalışan Havva hanım kızımızın nikah şahidi.

Bir başka hatıra, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığına seçildiğinde Eskişehir Cezaevi’nden gönderdiğim tebrik telgrafına 22.08.1977 tarihli cevabi mektubu ve Ülkücü Gençlik Derneği Genel Merkezi’nin 2 Nisan 1978 tarihindeki olağanüstü kongresinden sonra 23 Nisan 1978 tarihinde gönderdiği, ekinde yönetime seçilen arkadaşların isim listesinin de olduğu ikinci bir mektup. Şimdi bunları değerli birer hatıra olarak saklıyorum.

Yine Muhsin Yazıcıoğlu’nun hemşerisi ve hepimizin saygıdeğer ağabeyi, şair yazar Yavuz Bülent Bakiler’in bir şiirini hatırlayalım; 
“Bizim türkümüzde gurbet var artık.
Hasret var, yürek var, toprak var balam
Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar
Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar
Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.”


Muhsin Yazıcıoğlu da yüreğini yakıp kavuran derin hasret duygularıyla Türk dünyasının ve gönül coğrafyamızın en ücra köşelerine kadar koşuşturmakta, zulme uğrayanlara teselli, yetimlerin göz yaşlarına mendil olmaktaydı. Onu bazen Bosna’da Ayvaz Dede şenliklerinde Balkan Türklüğü ile gönül gönüle, bazen mazlum Bosnalı Müslümanların yanında… Bir bakarsınız Karabağ’da Ermenilerle savaşan Azerbaycan Türklerinin, Elçibey’in yanıbaşında… Kırım Türklerinin efsanevi lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’yla beraber Dünya Kırım Tatar Kurultayı’nda Kırım Türklerinin geleceğe dair ümitlerine ümit katmaktadır. Bir bakarsınız Bahçesaray’da bir başka gün Sivastopol’dadır. Vatan sevgisinin vatan hasretinin büyük yazarı, Kırım’ın büyük evladı Cengiz Dağcı’nın Gurzuf köyündeki kabri başında dua etmektedir. Bir başka gün Balkan Türklüğünün şehit lideri Dr. Sadık Ahmet’in Gümülcine’deki Kahveci Mezarlığı’nda kabri başında ruhuna Fatihalar göndermektedir.

28 Şubat 1997’de Türk milletinin ruh ve iman köküyle barışık olmayan bir grup vesayetçi generalin millet iradesini hiçe sayarak vermiş olduğu muhtıraya muhatap olan siyasi iktidar bir “reculiyet eksikliği” ile cevap bile veremeyip istifa yoluna giderken, darbe heveslilerine karşı tek yürekli ses Muhsin Yazıcıoğlu’ndan yükselmişti: “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam!”. Türkiye’deki Baas rejimi heveslilerine hitaben de “Evet Türkiye İran olmayacak, ama asla Suriye de olmayacaktır!” ikazında bulunmuştu.

Muhsin Yazıcıoğlu, bütün gerçek ülkücü Türk milliyetçileri gibi dünyanın neresinde bir Türk zulme ve haksızlığa uğruyorsa, dünyanın neresinde bir Müslüman zulme ve haksızlığa uğruyorsa, dünyanın neresinde bir insan zulme ve haksızlığa uğruyorsa bütün gönlüyle ve varlığıyla onların yanındadır. O, siyaseti ikbal için, mevki makam için dünyalık için yapmamış, “halka hizmet Hakk’a hizmettir” anlayışıyla yapmaya çalışmıştır. Onun kaybıyla gönlümüze dolan derin mahzunluğu dile getirmek için şu Erzincan türküsüne kulak verelim; 
“Şu Yüce Dağları Duman Kaplamış
Yine mi Gurbetten Kara Haber Var
Seher Vakti Burda Kimler Ağlamış
Çimenler Üstünde Gözyaşları Var

Gönlümüz Gamlanır Böyle Günlerde
Önüme Çekildi Bir Siyah Perde
Yar Senin Elinden Tutuldum Derde
Yinevmi Gurbetten Kara Haber Var”

Şair Ahmet Haşim “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.” der. Bizim neslimiz de sanki Birinci Cihan Harbi nesli gibi binlercesi şehit olmuş, binlercesi tutsak olmuş, yüzlercesi 12 Eylül cellatlarından yakalarını kurtarabilmek için uzun yıllar yabancı diyarlarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Sonra esir kamplarından, cephelerden döner gibi dönüp geldiklerinde kimisi sevdiğini bulamamış, kimisi ana-babasının cenazesinde bulunamamıştır. Bu yılları A.Yağmur Tunalı, Melâl Burcu’nda şöyle anlatır:

“Bir dehlize varmış yollarım, gerçek:
Türkülerde gurbet, şarkılarda gam; 
Akşam var ömürde hudutsuz akşam;
Uçar gider ufuklara bir merâm,
Ağlar baş ucumda bir kanlı melek!”

Yıllar sonra bir tarafları kopuk, yürekleri yaralı şekilde hayata tutunmaya çalışmışlardır. Ama birçoğunun da ülkü denen nazlı geline derin aşkları her geçen gün daha da arttığı için, kaldıkları yerden yeni ufuklara doğru yürüyüşlerine devam etmişlerdir. Taa ki emr-i hak vakî olana kadar…

Aziz Okuyucu ve özellikle Genç Okuyucular;

Muhsin Yazıcıoğlu’nu şehadetinin 13. yılında sonsuz rahmetle anarken, onun şahsında 70’li yılların ülkücü nesillerinin, 12 Eylül cellatlarının pençesinde un ufak edilmek istenen ülkücü nesillerin bize ve özellikle günümüz gençliğine bıraktıkları sadece geçmişin kahramanca ve tertemiz bir ahlâkla yaşanmış hayat hikayeleri değildir.

Bugün bizlerin Türk milletinin, İslam aleminin ve bütün bir insanlığın geleceğine dair yeni bir iman ve aşk medeniyetinin inşası için kahredici bir çalışma temposuyla çalışmak, hizmet etmek ve mücadele etmek mesuliyetimiz vardır.

Günümüzde Türk- İslam ülkücülüğünü, alperenliğini; Türklüğün, İslam âleminin ve bütün insanlığın geleceğine dair bir iman ve aşk medeniyeti tasavvuru olarak düşünemiyorsanız, paranız, bilginiz, teknolojiniz olmasına rağmen; görgünüz, irfanınız, yol haritanız yoksa bugün altında yaşadığımız gökkubbeyi “kendi gökkubbemiz” yapan dinamikleri bulamıyorsanız boşuna uğraşıyorsunuz demektir.

Unutmayınız ki tarih ve yeryüzü kendi milli benliğine sahip çıkamayan, bilgiyi rehber almayan, çağdaş bilgilerle mücehhez olmayan, ferdi planda ahlâktan millet planında adaletten uzaklaşan milletlerin mezarlığıdır. Millet olarak ahlâk ve adaletten, bilgiden uzak yaşarsak tarihte adı sanı yok olmuş nice toplumlar gibi Türk milleti olarak biz de -Allah göstermesin- önümüzdeki yüz yılda ancak arkeolojinin konusu oluruz.

Aranızdan yeni Aziz Sancar’lar çıkarmalısınız. Dünyanın en başarılı sporcuları, musikişinasları, sanatkarları, mimarları, hekimleri, eğitimcileri, siyaset ve devlet adamları sizin aranızdan çıkmalıdır. Dünyanın birçok ülkesinin gençlerinin dudaklarında Türk müziğinin engin nağmeleri terennüm edilmelidir. İnanıyoruz ki mazideki ihtişamından gelecekteki büyük hedefine mutlaka varacağına inandığımız büyük Türk milletinin tarihi tecrübeleri, medeniyet kurucu vasfı ile bunları başaracak kültürel genlere sahiptir. Siz isterseniz o bir hayal değildir ve yeryüzünde varlığınızın devamı biraz da bu hedeflere ulaşmamıza bağlıdır. Türk milleti, İslam alemi ve bütün bir insanlık bizlerden bunu beklemektedir. İşte o zaman Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında büyük mücadele adamlarının ve Ruhi Kılıçkıran’dan Fırat Yılmaz Çakıroğlu’na kadar ülkücü şehitlerimizin ve bütün şühedanın ruhları şad olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.