Annemin kabrine her gidişimde, içimden bir ses usulca fısıldar:
“Sen, kendi kabrini düzenliyorsun kızım.”
Ve gerçekten de her defasında o toprağı düzeltirken, taşını parlatırken, çiçeğini doğrulturken sanki bir hazırlık içindeyimdir. Sanki annem “gelirken yorgun düşme” der gibi, toprağın altından el uzatır.
Kardeşlerimle aramızda hep aynı konuşma geçer:
“Öldüğümde annemin koynuna gömün beni.” derim.
Ablam hemen karşılık verir:
“Hayır, ben büyüğüm. Önce ben öleceğim, önce ben annemin koynuna gireceğim.”
Böyle der, ama ben o sırada gülümserim. Çünkü bilirim, ölüm sırası yaşla değil, çağrıyla ilgilidir. Her kalp, vakti gelince kendi çağrısını duyar.
Bir gün yine ziyaretimizde, kabristanın o tanıdık sessizliğinde, içimi bir garip his kapladı. Gözüm, annemin kabrine giden o tanıdık sokakta gezinirken fark ettim:
Dedemin adıyla başlayan mezar dizisi, sanki bizim soyumuzun bir haritası gibiydi. En başta Osman, karşısında küçük dayım Ahmet, iki adım ötede teyzem Remziye. Annemin kabri, ablasının çaprazında; hemen yanında büyük abisi Musa.
Ve annemin baş hizasında bir taş daha: “Nermin.”
Arka sırada ise anacığımın annesi Saadet...
Birden anladım ki, bu diziliş rastlantı olamazdı.
Bu toprak, bizi çoktan yerleştirmişti.
Biz, yaşamın içinde ne kadar dağınık görünsek de ölüm bizi aynı dairede toplamıştı.
Birlikte doğmuştuk, birlikte yoğrulmuştuk; şimdi birlikte sessizleşecektik.
Kız kardeşim o an, yarı gülerek, yarı ağlayarak dedi ki:
“Tamam, anladık… annemin koynu sana tahsisli.”
Ben sustum. Çünkü o anda, bu sözün şaka olmadığını biliyordum.
Kaderin mizahı buydu belki de.
O gece bir rüya gördüm.
Annemle aynı kabirdeydik.
Namaza durduk.
Secdede nefeslerimiz bir oldu.
Konuşmadık, çünkü söze gerek yoktu.
Kalbim, onun kalbinden fısıldıyordu:
“Bak, yine beraberiz.”
Uyandığımda içimde tarifsiz bir huzur vardı.
O an anladım ki, ölüm aslında bir geçit değil, bir perdeymiş.
Ve o perde, çoktan aralanmış.
Artık inanıyorum —
hiç kimse bir yere gitmiyor.
Boyutlar birbirine sızıyor;
biz sadece görmeyi unuttuk.
Aynı mekânda, farklı ışıklarda yaşıyoruz.
Birimizin günü, diğerimizin sonsuzu oluyor.
Ve aşkın, sevginin, analığın dili
bu geçirgenlikte yankılanıyor:
Biz kaybetmiyoruz kimseyi.
Sadece gözümüzü kapatıyoruz bir süreliğine.