Üs(t)lük

Ünver PAZARLI

Son zamanlarda  onu hiç bir yerde ve hiçbir kimsede göremez olduk. O,  bir zamanlar kadınlarımızın Aydın'ın köylerinde, ama daha çok  ilçe ve şehir merkezine gittiklerinde, özenle  başlarına bağlayıp, eteklerinin üstüne  kadar indirdikleri ağır, tipik bir başörtüsüydü. O, annelerimizin, ninelerimizin bazen mutlu, bazen de hüzünlü ömürlerinin tercümesi gibi siyah beyaz çizgilerle dokunmuştu. İster pamuktan, isterse ipekten olsun, içindeki insanın ağırlığını hep hissettiren bir karakter sembolüydü.

Hem kelime olarak, hem de asaleten yerliydi. İnsanımıza alıştırılan Fransızca "eşarp"a da benzemezdi. Benzerlerinin hepsinden büyük ve hepsinden de ağırdı. Şehre gidenlere kıyafet, tarlaya gidenlere güneşlik, uyuyan bebeklere de örtüydü. Köylü kadınlarımızın İslam'ı hayatlarına uydurdukları dinî ve sosyal bir araçtı her haliyle. Ülkemizde anlamsız başörtü tartışmalarının yapıldığı zamanlarda bile o, her zaman bunun dışında kaldı. 1933 yılında Türkiye'nin ilk kadın muhtarı seçilen Gül Esin Hanım'ın günümüze ulaşan resmine baktığımızda da bunu çok iyi anlamak mümkündür. 

Bizi mazimize bağlayan bu kültür dünyamızın eskimiş yaprağı da güz rüzgârlarıyla birlikte uçup gitti. Şimdi onları ilçelerde ve köylerde de göremiyoruz. Ellerimizde yalnız eski resimleri ve sandıklarda kalan birkaç hatıra örneği var. 

Bütün insanlar elbette kılık kıyafetlerinde kendisine yakışanı giyer. Ancak, unutmayalım ki insanoğlunun oluşturduğu her örf ve adette yüzyılların özetini ve yaşanmışlığını bulabiliriz. Bu yüzden üstlüğü ve yiten veya yitmeğe yüz tutmuş bütün mirasımızı üç beş günlük bir alışkanlık gibi görmemeli, üzerinde oturduğumuz kültürel derinliğin farkına varmalı, bütün değerlerimizi gelecek kuşaklara aktarmanın yollarını bulmalıyız.

ÜS(T)LÜK

Şimdikilere sorsan bilemezler adını,
Ayırırdı eskiden genç kızlardan kadını.
Hangi şehre gitseler giyinip siyah etek
Dökülürdü örtüler baştan bellerine dek.
Ağırca görünürdü üstüne bürünenler;
Sadefte inci gibi dururdu beyaz tenler.
Kaç yüz yıllık tarihten sürüp gelmiş o güne;
Onun da yeri vardı, gidilmezdi düğüne.
Üniformaydı tam da kadınların başında,
Onların yoldaşıydı, ekmeğinde aşında.
Bir iz taşırdı hepsi tarladan, bahçelerden;
Zeytin kekik duyulurdu üstlerindeki terden.
Bazen üstüne serip annesi bebeklerin,
Uyuturdu altında, ıtırlı çiçeklerin.
Uhrevi hazlarını koklayınca üstlükten;
Helal sütle lokmayı tanırlardı küçükten.
Derken devran değişti, alt üst oldu zamanlar,
Rüzgâr gibi estiler, melek yüzlü o canlar.
Ahrete kuş misali uçarken sonsuzlukta,
Giydiler üstlükleri o yalnız yolculukta.
Cennete doğru giden mübarek ayaklardan,
Dualar kaldı geri tertemiz dudaklardan.
Zerrece haberi yok maziden küçüklerin,
Bir efsanesi kaldı, ipekli üstlüklerin.
…..
Geçenlerde pazarda gördüm hangi devirden,
Üstlük demeye şahit gerekti yağlı kirden.
Bir seyyar satıcının mallarının altında
Sefilce bir yok oluş başlamış hayatında.
Satılık filan değil bohça imiş sadece,
Hiç kimse sormuyormuş, elde kalmış öylece.
Üstlüğün mahzunluğu yaktı bütün sinemi,
Görür gibi olmuştum, annem, halam, ninemi…
İyi ki yaşadınız ahretin çiçekleri;
Fakat bize koydunuz nice derin kederi. 
Geriye bir bakınca, kaybolup sönmüş zaman;
Taş devrinden mi düştük, diye düşünür insan.
Hatıramda uyuyan bir üstlüklü yâr durur;
Silemez hayalini, ne rüzgâr ne de yağmur…

 

NOT:Bu şiirin her türlü telif hakkı Ünver Pazarlı'ya aittir.
 

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.