Yurtdışı izlenimlerim

Ömer ERU

Ankara’da yeniden yapılanma ve yasalarda yapılan değişiklikler hakkında bakanlığımızın düzenlediği seminerler için görevliydim. Aydın Valiliğindeki sekreter Başbakanlıktan beni aradıklarını 26 Haziran ile 5 Temmuz arasında Danimarka, Fransa ve Almanya gezileri için bazı evrakların hazır olmasını istediklerini bildirdi. 

On beşer kişilik iki grup halinde İnsan hakları ve bununla ilgili kuruluşlarda incelemelerde bulunacak ve konferanslara katılacaktık. 

25 Haziran akşamı İstanbul’a gitmek için yola çıktım. Bursa’ya geldiğimde Avrupa’dan 1990’lı yılları hatırladım. Yenişehir ilçesinde üç sene çalışmıştım Bursa güzeldi. İnadına yeşilliğini korumaya çalışıyordu. Bursa’dan çıkınca bir ara uyumuşum. Uyandığımda özlediğim deniz kokusunu derince içime çektim. Araba vapuru sallana sallana İstanbul’a yaklaşıyordu. Haremde indim. Servisler Üsküdar’a götürüyorlardı. Amacım o gün yolu mümkün olduğu kadar uzatmak ve İstanbul'u biraz gezmekti. Üsküdar’da deniz otobüsüne bindim. Cumartesi olmasına rağmen kalabalık vardı. Sabah erkendi İnsanlar oturdukları yerde uyukluyorlardı. Bazıları gazetelerini okuyorlar, bazıları plastik bardaklar içindeki çaylarını yudumluyorlardı. Gençlerin elinde daha çok Fotomaç gazetesi vardı. Gazetelerine göz gezdirdikten sonra da aralarına alınacak futbolcuların iyi olup olmamasını, takımlarının o yıl nasıl hangi oyuncularla oynarlarsa, nasıl şampiyon olacaklarını tartışıyorlardı. Eminönü’nden Sirkeci’ye geçip Florya’ya gitmek için trene bindim.,Tren tarihi surların arasında ilerliyordu. Mazgalların arasından boğazı seyretmek insanın şoven duygularını kabartıyordu Eskilere kızmadan da edemiyordum. Bu kadar güçlü devlet ol, sonra da yabancılar nasıl yapıyor, nasıl yaşıyor diye kalk ayaklarına git. 

İstasyonda indim. Şansım varmış. Kalacağım Büyükşehir Belediyesi sosyal tesisleri İstasyonun hemen karşısındaydı. Kalacağım yere yerleştim. İstanbul’da ertesi gün NATO zirvesi başlayacağından sahil yolları trafiğe kapatılmıştı. Eşyalarımı bırakıp bir taksiyle Atatürk Hava Alanına gittim. Sahil yolu kapalı olunca istasyonun yanından E 5 karayoluna çıkacak ve takiben havaalanına gidecektim. Hava alanı yakındı ama yollar kapalı olunca mecburen dolaşacaktık.,Televizyonlarda da yarın havaalanına gelecek yolcuların en az dört saat önceden yola çıkmaları için uyarılar yapılıyordu.Taksi durağına geldiğim zaman yarın altı buçukta beni sosyal tesislerden almalarını istedim.İşler yolunda gidince biraz rahatlamıştım.

Belediyenin sosyal tesisinin bahçesi denize sıfırdı. Bahçede lokanta çok güzeldi. Bölüm bölüm oturma grupları düzenlenmişti. Her grubun yanında kendin pişir kendin ye için seyyar kebap ocakları vardı. .Temiz hava, içki ve et ayrılmaz parçaydılar. Biraz buruktum. Ben seyahate çıkmıştım. Vali bey emekli oluyordu. Ben olmadığım bir zamanda veda yemeği ve veda töreni yapılacaktı. 

Akşam sosyal tesiste eğlence vardı. Beş kişilik ince saz heyeti Türk Sanat Müziğinin en duyulmamış şarkılarını yaşa var ol sesleri ve kahkahalar arasında icra etmeye başladı. Ortalık rakı ve et kokusuyla kaplanmıştı. İki çengi de masaların arasında eğilip bükülerek dolaşıyorlar, müşterilerin oralarına buralarına kâğıt para sokuşturmalarını sağlamak için tüm ustalıklarını gösteriyorlardı. 

Gece yarısı gündüzün yorgunluğu ile uyumuşum. Sabahleyin saat altıda uyandım. Beklediğim taksi geldi. E 5 Karayoluna çıktık. Havaalanı tarafına giden tüm araçlar en az beş kilometrelik konvoy oluşturmuşlardı. Araçlar on metre on metre ilerleyebiliyorlardı. Belli aralıklarla kurulan güvenlik noktalarında tekrar tekrar arama yapıyorlardı. Onbeş dakikalık yolu iki saatte alabildik. Nihayet havaalanına girebilmiştim. Sıra biletleri alan Silvan kaymakamını bulmaya geldi. Telefonla anlaşıp bir noktada buluştuk. Az sonra grubun diğer üyeleri de gelmeye başladılar. 

Yanıma valilik olurunu, bakanlık görevlendirme evraklarımı almıştım. İyi de oldu. Grupta bu evrakları yanına alanlardan yurt dışına çıkışlarda alınan vergi alınmıyordu. Bu evrakları yanına almayan bazı arkadaşlar çıkış vergisi ödemek zorunda kaldılar. Adam başı 50 euro ödemişler.

Uçak yolculuğumuz tam üç saat sürmüştü. Uçağımız Kopenhag’a inmek için alçaldığında gözlerime inanamadım. Her taraf deniz ve kanaldı. Denizde irili ufaklı birçok ada vardı. Sonradan bunların sayısının 600 kadar olduğunu öğrendim.50 tanesinde yerleşim varmış. Denizin liman tarafına yakın yerde enerji üreten rüzgâr enerji değirmenleri vardı. Yüksek bina yoktu. Yerleşim yerleri, yeşil alanları sanayi bölgeleri ayrıydı. Evler genelde bahçe içinde ve dubleksti. Uçaktan inerken hostesler saati bir saat geri almamızı açıkladılar. 

Havaalanında uçaktan iner inmez yolcuların beklediği ve pasaport kontrolü yapılan salonda bizi elçiliğimizden bir görevli karşıladı. Bizi havaalanının çıkış kapısında bir bayan karşıladı sonra bizi bir adama teslim etti. Bir minibüse bindik, havaalanından uzaklaştık. 

İlk defa İnsan Hakları Enstitüsüne gittik. Şehir sakin ve sessizdi. Soğuktu. Hava bulutluydu Bugün on iki derece imiş ve senenin en sıcak yaz günüymüş. İnsanlarda pardösü ve kalın giyecekler vardı. Enstitüde başkan yardımcısı Klausky ile tanıştırıldık. Tercümanımız, Danimarka’ya çok önceleri gelmiş ve okumuş Orhan adında bir Türk’tü. Konyalıymış. İlk toplantıda enstitünün yapısı dayandığı yasal dayanaklar, gelir kaynakları anlatıldı. Kısa bir kahve molasından sonra ufak bir otobüsle şehir turuna başladık. Rehberimiz orta yaşlarda sarışın bir kadındı. 

Parlamento binasının önüne geldik bir tane bile polis yoktu. Üstelik bir sivil toplum kuruluş gösteri yapıyordu. Yan tarafında bisikletlerin bırakılacağı park yerleri yapmışlar. Milletvekillerinin çoğu meclislerine bisikletle gelip gidiyorlarmış. 

O akşam Danimarka milli takımının çek milli takımı ile maçı vardı. Kırmızı beyaz bayrakları alan kırmızı beyaz elbiseler giyen ve boyanan yaşlısı genci çoluk çocuk herkes belediye meydanına kurulan büyük ekrandan maçı seyretmeye koşuyorlardı. Genç kız ve erkeklerin elinde içki şişeleri vardı. 

Rehberimiz bizi denizkızı heykelinin olduğu deniz kenarına götürdü. Parkın çıkışında dikkatli bakılırsa sur olduğu anlaşılan kale kalıntıları vardı. Tepelik yerlerde ufak toplar da vardı. Denizkızı, deniz kenarında kaza geçiren bir prensi kurtarmış. Prens, denizkızına âşık olmuş. Prensle evlenebilmek için kuyruk ve balık kısımlarını kesmiş ama prensin ailesi bu evliliğe izin vermemiş Prensi kendi istedikleri bir kızla evlendirmişler. Prensle denizkızı da birlikte intihar etmişler. 

Danimarka da yaygın olan bir resim ve isim de ejderha olayı. Niye ejderha dediğimizde ejderha bizde kahramanlık simgesidir dediler. Ejderhayı yenebilen kahraman ancak bu yolla prensesine kavuşabiliyormuş. Belediye meydanında çok büyük ve uzun borazan çalan adam heykeli de vardı. Eskiden belediyeye her giren evlenmemiş genç kızlar için çalınırmış. Bunu pek anlayamadım. Dikkatimi çeken bir olay da denizkızı heykelinin bulunduğu parkta oldu. Bir seyyar satıcı taze bezelye satıyordu. Zengin fakir herkes alıp içindeki taneleri gezerken yiyorlardı. Bizde bazı şehirlerimizde taze nohut yenirdi ama bezelyeyi çerez olarak yemeleri ilginçti. Arkadaşlara gidince kamyonla bunlara bezelye gönderelim dedim. 

Kopenhag şehrinin kelime anlamı esnaf şehri demekmiş. İlk ve orta çağlarda Çin ve Hindistan’dan gelen mallar buraya indirilip alışveriş yapılırmış. O zamandan kalma mal depoları hala olduğu gibi muhafaza edilmiş. 

Dikkati çeken bir şey de her yerde bisiklet olmasıydı. Genç yaşlı herkes bisiklete biniyordu. Dairelerin avluları duvar kenarları bisikletlerin bırakılması için düzenlenmişti. Bazıları kilitliydi. Para atıyorsunuz işinizi bitirip ayni yere bırakırsanız paranızı geri alıyorsunuz. Bu bizde uygulanabilir mi acaba düşünüyorum. 

Yerleştiğimiz Emperyal otel Kopenhag’ın en lüks oteliymiş. Odama ilk girer girmez televizyon ekranında ‘Ömer Eru bey şehrimize ve otelimize hoş geldiniz. Umarız otelimizde rahat edersiniz’ yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Bu sizin gününüzün yorgunluğunu alıyor. 
Kopenhag da bize harcırah vermediler. Bize Avrupa Birliği İnsan Hakları Mahkemesinin günlük vereceği harcırah 166 euro idi. Oysa sabah kahvaltısının 35 euro. öğlen yemeğinin 80 euro olduğu yerde aldığımız harcırah yanında yanımızdan da harcama yapmamız kaçınılmazdı. Günlük alacağımız harcırahın üzerindeki harcamaları Danimarka insan hakları enstitüsü üzerine almıştı. Biz harcırah almayacaktık. Olay çözümlenmişti ama içimi burkmuştu. Bir yerde fakirliğimiz suratımıza bir kere daha çarpılmıştı. Onlar çok zengindi. Senelik gelirleri adam başı 39 bin dolardı. Vergiler çok yüksekti ama sağlık ve eğitim gibi harcamaları devlet karşılıyordu. Devlet vergiyi yüksek alıyordu ancak refah yaşantısına çok para harcanıyordu. 

Kraliyet binalarının olduğu yere gittik. Kraliyet ailesi yoktu. Gröndland’ın kuruluş törenlerine gitmişler. Kraliyet bayrağı bir direkte dalgalanıyordu. Kraliyet binasının kapısının önünde üç nöbetçi asker vardı. Sembolikmiş. Fotoğraf çekilmek istedik. Askerler durmadıkları için güç olacaktı. Çözüm bulduk, asker yürürken Ürgüp kaymakamı Necdet’le askerin yanında yürümeye başladık. Yürürken diğer bir arkadaş da fotoğrafımızı çekti. Klausky, siz Türkler çok pratik zekâlısınız dedi. Güldük. 

Kraliyet binalarının olduğu yere yakın yerde opera binası vardı. Camdan büyük bir binaydı. 
Klausky akşam yemeğinde bizi belediye meydanına bakan lüks bir lokantaya götürdü. Meydan maç seyredenlerin çığlıklarıyla inliyordu. Maç bazen hareketlenince çığlıklarda artıyordu. Büfelerin önleri kasa kasa içki doluydu. 

Az sonra yemekler gelmeye başladı. Önce büyük bir tabak içinde kibrit kutusunun yarısı kadar pembe soman balığı geldi. Çiğdi. Kocaman tabakta çok ufak üç tane de çiçek şeklin kesilmiş havuç vardı. Yalnız yanında getirdikleri Fransız şarabı çok lezizdi. Asıl yemeği beklemeye başladık. Bir saat kadar yemek bekledik. O sırada Klausky’nin sekreterinin gülme antrenörü olduğunu öğrendik. Birkaç güldürme hareketi yaptı Yaptıklarına değil, onun durumuna güldük. Uzman Ömer Bey, Klausky’ye takılıyordu. Bizim geyikler daha vurulamamış. Bu gidişle et yiyemeyeceğiz dedi, gülüştük. Tabaklar gelmeye başladı. Yine büyük bir tabakta 4 parça kuzu et parçaları vardı. Yalnız terbiye edilmiş etler çiğ getirilmişti. Karşımda oturan Kahta kaymakamı Yakup bana baktı ‘Ağbi ben yemem bunu’ dedi. Sol tarafımda oturan Ankara Barosundan görevli Yasemin Hanım da ‘ben de yiyemem’ dedi. Hiç değilse etrafını yiyin dediysem de yemediler. Bizim tabaklara boşalttılar. Üzerine biraz tuz ve baharat atınca belli bir tad alıyordu. Güzel de olmuştu Van Genç İş Adamları Başkanı Kemal ve biz önümüze konan yemekleri yedik. Yemekte bizim kırmızı soğan kabuğuna benzeyen bitki vardı. Danimarka’da yetişen özel bir bitkiymiş. Bize getirilen yemek en pahalı prejtiş yemeğiymiş. 

Lokanta da oturduğumuz masanın bizim oturduğumuz uç taraf belediye meydanına bakıyordu. Maç devam ettikçe çılgınlıkta artıyordu. Birden gözlerimize inanamadık. On dört ve daha yukarı yaştaki erkekler buldukları her yere işemeye başladılar. Ağaçları boş bulanlar ağaçlara, bulamayanlar duvar kenarlarına işiyorlardı. Utanma falan yoktu. Gülüşüyorlardı. Ulan dedim. Bizim üç yaşındaki erkekler bile bu kadar kalabalıkta ar duyarlar. Yanlarında duran veya geçen insanlar da bu olay gayet doğalmış gibi geçip gidiyorlardı. En ufak bir tepki göstermiyorlardı. 

Lokantadan çıkınca otele yürümeye başladık Bazı arkadaşlar maç seyretmeye kaldılar. Klausky ‘kırmızı beyaz diye bağırın yoksa sizi çek zannedip saldırabilirler’ dedi. Başbakanlıkta çalışan Adalet Bakanlığı Başmüfettişi Mustafa beyle yürüdük. İlan panolarında lezbiyen kadınların ilanları vardı. Özgürlüğün bu kadarı da fazlaydı. Sonra çiğ etleri yiyemeyen Yakup’a rastladık. Biraz iç tarafta Türk lokantası bulmuş. Güzelce karnını doyurmuş. Gece saat yarım olduğu halde hava aydınlıktı. Saat üçte de gün ağarıyordu Biraz zor alışacaktık. 

Ertesi sabah konferans verilecek yere gidecektik. Klausky’nin yardımcısı ve tercümanımız Orhan arabaya binmediler. Konferans yerine taksiyle gittiler. Gelen araç bizim sayımız kadarmış. Fazla yolcu almanın cezası ağırmış. Bizim bir alışkanlığımız vardı. İyi de değildi. Görevliler on beş dakika önceden bizi almaya geldikleri halde grupta hala geç kalıp grubu bekletenler vardı. 

O gün Danimarka Dışişleri Bakanlığına gittik. Bakanın en yakın danışmanı konferans verdi. Dışişleri binası orta çağ eski binası gibi eski yapısı korunarak düzenlenmişti. Bizim köylerdeki evlerin modernize edilmiş halini düşünürsek daha iyi gözönüne getirebiliriz. Her taraf resim ve heykellerle doldurulmuştu. Bina u şeklindeydi.  Binaların ortasına kadar kanalla deniz getirilmiş ve marina gibi ufak yelkenliler demirlenmişti. 

Konferansçı dünyada insan hakları konusunda uzmandı. Türkiye’deki uygulamaları da iyi biliyordu. Konferanstan sonra alt kattaki yemekhaneye indik. Garson yoktu. Dışişleri Bakanı da olsanız yemeği kendiniz alıyorsunuz ve paranızı ödeyip yemeğinizi yedikten sonra yemek tepsisini belirtilen yere yine kendiniz götürüp bırakıyorsunuz. Yemekten sonra eski adalet bakanlarından bir adam bize konferans verdi. Giyinişinden eski bakan olduğunu, dışarda görse insan hiç aklına getirmez. Birde yemekten sonra bisikletine binip gidince tamamen şaşırdık. 

Daha sonra enstitünün kütüphanesine gittik. Orada insan hakları ile dünyanın her tarafında yayınlanan eserleri bulmak olanaklıydı. Gazeteler takip edilip arşivleniyordu. Her türlü doküman bulunabiliyordu. Her türlü örnek alınabiliyordu. Ayrı bir kitap bölümü vardı. Beş kitaplığı birleştirmişler. Kitablığın baş tarafında bilgisayara kitabın adını veya yazarını yazıp ve düğmeye dokunursanız, kitaplıklar açılıyor. İstenen kitabın olduğu yerde ışık yanıyor. Bizim kütüphanecilerimiz gerçekten kahraman insanlar, ödenekleri olmadan senelerdir elleriyle kitapları tasnif etmek için gecelerini gündüzlerine katarak çalışmaktadırlar. 

Klausky o akşam grubu Litonya denen büyük bir eğlence merkezine götürdü. Arkadaşlardan cesaretli olanlar raylarda dönen trene bindiler. Akşam gittiğiz lokanta lüks ve çigan müziği çalınan bir yerdi. Ocak başı gibi düzenlenmişti. Buradada garson yoktu, Klausky yanlış yemek almayalım diye yanımıza geldi. Domuz ve domuz yağı ile yapılmayan yemeklerin üzerinde ‘helal’ yazıyordu. ‘Bunlar sizin yemekleriniz’ dedi, kuzu kebap ve salata yedik. Yemek yerken Kemal kalktı çalgıcılarla konuştu. Adamlar bizim masaya gelip Türk şarkıları söylemeye başladılar. Ülkemden o kadar uzakta Samanyolu şarkısının, Üsküdar’a giderken şarkısının ve bizim roman havalarının insanı etkileyeceğini önceden bu kadar tahmin edemezdim. Çalgıcılar Türkiye’nin Trakya tarafından gelip buraya yerleşmişler.Az sonra da Yunanlıların masasına yöneldiler. Bahşiş almıyorlardı.Görevleri gelen müşterileri memnun etmekmiş.. 

Eğlence parkında genellikle sahne gösterileri vardı. Sahnenin önüne konan koltuklarda insanlar ücretsiz şekilde oyucuların oyunlarını seyrediyorlardı. On vagonluk minyatür trene binip parkın her tarafını gezdik. Evinde karısına kocasına kayın validesine kızanlar da unutulmamıştı. Sahnede sallanan porselen tabakları hedef alıp ellerindeki topla vurmaya çalışıyorlardı. Genç bir işçi kız da elinde kürekle sahne önüne biriken porselen parçalarını biriken yerden temizlemeye çalışıyordu. 

Ertesi gün kadın hakları konusunda konferans dinledik. Konuyu anlatan kadın bir Türk’tü. Burada doğmuş büyümüş burada siyasal bilgiler okumuş ve enstitüde görev almış. Yarı Türkçe yarı İngilizce ve yarı Fransızca ama heyecanlı bir şekilde tartışmalı konferansını bitirdi. Şu an 35 ülkede faaliyet gösteriyorlarmış, Üçüncü Dünya ülkelerinde de çalışıyorlarmış. Buralarda kanun yapılırken, değiştirilirken yardımcı oluyorlarmış. Bu bölgelerde insan haklarının oluşturulmasına çalışıyorlarmış. 

Şu an Danimarka’da 2 bin kadın, kadın sığınma evinde kalıyor. Bu başvuranların yüzde otuzu mülteci kadınlar. Başvuranlara yalnız barınma hizmeti veriliyor. Kalma süresi belli değil. İstedikleri kadar kalabiliyorlar.

Klausky anlaşılan her öğün bizi bir başka lokantaya götürmeyi önceden planlamıştı. O akşam Hint lokantasına gittik. Diğer lokantalar gibi temiz değildi. Arkadaşlardan biri burada ‘dana biftek istesek ne olur’ dedi. Sadece lokantadan atılırız dedim, güldük. Kemal ‘Sayın Valim şarap içelim mi?’ dedi. ‘Arkadaş üç günde şarapçı olduk’ dedim, gülüştük. 

Ertesi gün sabah dokuzda polis okuluna gittik. Okul müdürü önce Türk polisini överek anlatıma başladı. Burada polis Adalet Bakanlığına bağlıydı Emniyet müdürleri aynı zamanda savcıydılar. Polislikten seçilerek yükselenler ancak emniyet amiri olabiliyorlardı. Müdürün yardımcısından başka yardımcı hizmetli denen çalışanlar yoktu. Bir kahve arasında okul müdürü kahve ve kek olan tekerlekli arabayı bulunduğumuz yere getirdi, iş bittikten sonra da yardımcısı ile konferans salonuna götürdü. 

Öğleden sonra Danimarka’da haber gazetesi çıkaran iki Türk gazeteciyle söyleşi yaptık. Danimarka’ya Türklerin daha fazla gelmesini engellemek için ev kiralamada, çocuklarının okutulmasında zorluk çıkarıyorlarmış. Örneğin bir Türk’ün evlenip eşini Danimarka’ya getirebilmesi için evlendiği eşinin 24 yaşından büyük olması gerekiyormuş. Ama Türkler buna da pratik bir çözüm bulmuşlar. Evlendikten sonra eşlerini İsveç’e getirip orada sadece Türklerin kaldığı bir pansiyona yerleştirip, altı ay sonra Danimarka’ya getiriyorlarmış. İsveç’ten geçiş olduğu için Danimarka hükümeti buna ses çıkarmıyormuş.

Bizi seminer ve konferans yerlerine götüren şoförün babası da Türk’müş. Annesi Danimarkalıymış adı Bünyamin’di. Babasının dinini seçmiş ve müslüman olmuş. Türkçesi zayıftı. Her konuştuğu cümleden sonra ‘elhamdülillah’ diyordu. Grupta herkesin sevgisini kazanmıştı. Son konferanstan sonra yine enstitüye döndük Klausky iki saat sohbet etti. Ayrılacağımıza yakın yardımcısı bayanla dans etmeye başladı. Şarkı da söylüyordu. Evlendiği ilk gün karısıyla sabaha kadar dans etmiş. Çünkü odalarında yatacakları yatakları yokmuş. Bu tatlı şakadan sonra Bünyamin grubumuzu havaalanına bıraktı. 

Bizi Fransa’nın Strasbourg şehrine götürecek olan uçak otuz kişilik bir jetti. Havalandığımız zaman son hızla yol alıyorduk. Bir ara Süleyman abi alt taraftan jetler geliyor dedi. Pencereden bakınca bir tanesini gördüm ve çok korktum. Jet sanki gökyüzünde yıldız kaymasına benzer şekilde kayıyordu. Korkunç bir hız yapıyordu. 

Strazbourg a indiğimiz zaman tatlı sıcak bir havayla karşılaştık. Havaalanında dört taksi tuttuk. Güzel sanatların yanındaki otele yola çıktık. Benim bulunduğum taksi şoförü de Türk’tü Babası gelince burada doğup büyümüş. Burada da Türklere karşı ayrımcılık yapıyorlar mı diye sorduk. Emniyete düşersen dövüyorlarmış, otobüs ve raylı araçlarda giderken Fransızlar ayakta dursalar bile yabancıların yanına oturmuyorlarmış. 

Şehir çok güzeldi. Her tarafta su kanalları ve içinde turistleri gezdiren uzun motorlu gandollar vardı. Sokaklar köprü geçişleri, balkonlar renk renk çiçeklerle süslenmişti. Büyük ağaçların bulunduğu geniş caddeler çok moderndi. Kaldırımlar çok alçaktı. Her tarafta heykel vardı. Ortaçağ, Yeniçağ Fransa’sı iç içe.. İnsanlar sanki Fransız ihtilali yeni yapılmış gibi canlı ve neşeliydiler. İki adımda bir Türk lokantalarına rastlanıyordu. Fransa bize, daha çok cana yakın gelmişti. Bir lokantaya girdik Sahibi Elbistanlıymış. Bizi iyi karşıladı. Tıka basa döner yedik. 10 euro verdik. Lokanta sahibi bize Türkiye’den getirdiği çay paketini açtı ve demlediği çayımızdan ikişer bardak çay ikram etti, ‘bunlar benden’ dedi. Aynı yemeği Danimarka’da yeseydik garanti 60 euro verirdik. Otele geri geldik. İnsanlar sabahlara kadar sokaklardaydı. Eğlence yerlerinden değişik ülkelere ait müzikler yayılıyordu. 
Ertesi sabah Fransa’da ki rehberimiz gelip bizi karşıladı. Grubu iki otobüs değiştirerek Avrupa Konseyi binasına götürdü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de hemen yanındaki binadaydı. Her konuşmacı bize bir saat ayırmıştı. Bize Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki Türk yargıcı da zaman ayırmıştı. Biraz soğuk bir adamdı. Devlet olarak insan hakları konularının düzenlenmesi sizi değil sivil toplum kuruluşlarını ve mahkemeleri ilgilendirir dedi. Dünya da bu hep böyle olmuştur dedi. Türkiye de başlatılan bu oluşum ona ters gelmişti. Ben de vatandaşların bilgilendirilmesi ve bürokrasideki yavaş işleşin canlanması açısından yararlı oldu dedim. Bu işler Devlet eliyle olmamalı dedi. Aslında dünyadaki uygulamalara bakınca haksız da sayılmazdı. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin güvenliği incelenmeye değer. Eğer birkaç gün orada işiniz varsa özel yaka kartı veriyorlar. Kapıdaki fotosel yakanızdaki kartı tanıyınca kapılar açılıyor. Kapı açılmadığı zaman hemen güvenlik görevlileri yanınıza gelip sizi inceleme salonuna alıyorlar. Eğer kartınızı unuttuysanız bilgisayardan kaydınıza bakıp yenisini verip yakanıza taktıktan sonra içeri girebiliyorsunuz.

Ertesi gün konferans Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeydi. Erken kalktım hava hafif yağmurluydu. Yağmur yeşil renklerle karışınca hava da hafif serinceyse insan bir başka canlı oluyor. Yaşam sevincini yeniden kazanıyorsunuz. Arkadaşlar biz otobüsle gideceğiz dediler. Şemsiyemi alarak otelden ayrıldım. Otelden nehir boyunca yirmi dakika kadar yürüdüğünüz zaman çok büyük bir alana geliyorsunuz. Az alt tarafta bir büyük klise var. Meydandan sola döndüğünüz zaman on beş dakika sonra Avrupa Konseyi Binasına geliyorsunuz. Balkonların çiçeklerle düzenlenmesi, sokakların köprülerin çiçeklerle süslenmesi etrafı birer tabloya döndürmüştü. Yayan yürüdüğüme sevindim. Görüntülerin hiçbirini kaçırmak istemiyordum O nedenle durmadan manzara fotoğrafları çektim. 

Kaldırımlar genişti. Bir şeridini de bisikletlilere ayrılmış. O nedenle dikkatli yürümek gerekiyor..Strazbourg’ta kaldırımlar sarı yapraklarla dolmaya başlamıştı. Hafif yağmurla birlikte kaldırımlar kayganlaşmıştı. Bir ara yol çatallaştı. Fransızca konuşarak yanımdan geçen orta yaşlı bir adama İnsan hakları mahkemesinin yerini sordum..Adamın tarifine göre doğru yolda olduğumu anladım.Beş dakika kadar yürüdükten sonra Avrupa konseyi binasına geldim, inanın önünde tüm üye ülkelerin bayrağı ve bizim bayrağımız da dahil dalgalanıyordu. 

Az sonra diğer arkadaşlar da geldiler. Konferansta genç bir uzman AİHM’nin işleyişini ve yapısını anlattı. Sonra daha doğuda bulanan AİH mahkemesine gittik. Bu gün duruşma yoktu. Duruşma salonunda bol fotoğraf çekildik. AİH mahkemesi büyük sütun üzerine oturmuş üç büyük yuvarlak binaydı. Herhalde alışılmışın dışında olsun diye uçuk bir mimar tarafından yapılmış. Yemekten sonra gruba burada rehberlik yapan Ceremi harcırah çeklerimizi verdi. Banka alt kattaydı. Sadece pasaporta bakıp bir imzayla iki dakikada paramızı ödediler. Yeni konferans başladı. Konferansçıların biri Türk, diğeri Makedonyalıydı. Dünyada ki rastlanan işkence durumlarını ve alınması gereken önlemleri tartıştık. AİHM’nin yapısından alt organlarından işleyişlerinden bahsedildi. Konferans sonrası Avrupa Konseyi binasından ayrıldık. Ben ve insan hakları derneklerinden birisinin temsilcisi Ayhan yürüyüş yapmaya karar verdik. Kaçırılmaz güzellik varken yürümek istiyorduk. Yine fotoğraf çekmeye başladık. 

O akşam Çorumlu vatandaşımızın lokantasına gittik. Lokantacı ‘şimdi size bir de Türk çayı yapayım’ dedi. Türk lokantalarında Türk çayı ikramı ayrı bir saygı ifadesiydi. İki bardak da Türk çayı içtik. Kendimize geldik. Pazar günü otobüsle Frangfurt’a geçip üç uçağı ile Türkiye’ye dönecektik. Ertesi gün cumartesiydi. Erkenden kalkıp fotoğraf makinemi aldığım gibi Strazbourg’un gezmediğim çarşılarını gezmeye çıktım. Eğlence yerleri günün akşam eğlencelerine hazırlanıyorlardı. Sokaklar hatıra eşya satan dükkânlarla doluydu. Sokaklarda seyyar satıcılar vardı. Zenciler ellerinde deri eşya ve hatıra eşya satmaya çalışıyorlardı. Çingene çocukları da bazı yerlerde dilencilik yapıyorlardı. Bazı köşelerde evsiz dediğimiz insanlar, birkaç parça eşyalarıyla dileniyorlardı.  Birisinin yanında kedi ve köpek yavruları vardı. Bir ara devam ettiğim yol beni ressamlar sokağına götürdü. Sevindim, istesem, arasam bulamazdım. Dünyanın her tarafından gelen ressamlar bu sokakta resim yapıyor ve satıyorlardı. Normal Pazar yeri gibi kalabalıktı ve alanlar da vardı. Az daha yürüdüm birkaç sarhoş birbirlerine Fransızca küfredip kavga ediyorlardı. Kimsenin umurunda da değildi. Az daha ötede Strazbourg’un hemen her yerinden görülen büyük kadetralin önüne geldim. Karşısında Notre Dame’ın Kamburu eserinde adı geçenlerin yaşadıkları ve filminin çekildiği klise vardı. Fransa’da ihtilalden kalma binalar ve devlet daireleri hala ayaktaydı ve kullanılıyordu. Sadece binaların önünde ne olduğunu gösteren pirinç levhalar vardı..Her tarafa giden raylı sistem çok geliştirilmiş.Herkes bu raylıbus denen araçlara biniyor. Sadece önde makinist var. Merak ettim, durağın girişinde otamattan biletlerini alıp yerlerine oturuyorlar. Hiç de bedavaya binmek için uğraşan yoktu. Ertesi gün pazardı bizim grubun da ayrılma zamanı gelmişti. Strazbourkg’ta bizde ki gibi Özel otobüs terminali yoktu. Tren istasyonunun karşısında bir duraktan hareket edecektik. Akşam keşif yaptık sabahleyin saat altıda durakta hazırdık. Bizimle beraber 10 kadar rahibe de vardı. Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen genç zenci rahibe öğrencileri ülkelerine gönderiyorlardı. Durakta diğer yaşlı rahibelerin yanında Fransızca konuşuyorlardı. Otobüse bindikten sonra kendi ana dillerini konuşmaya başladılar. 
Otobüste yardımcı yoktu. İsteyen suyunu kalkıp kendi alıyordu. Fransa Almanya sınırı açıktı. Almanya’ya geçişte sadece Deuçland yazıyordu. Frangfurt’tan uçağa bindik. Üç saat sonra İstanbul’daydık. Vedalaştık Beni Ürgüp kaymakamı akrabalarının taksisi ile Esenler terminaline bıraktı. On dakika sonra Aydın için bilet buldum. Yine vatanımdaydım.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.