Kerbela

Kerbela; acının, işkencenin, açlığın, susuzluğun yaşandığı yer.

Kerbela; bile bile ölüme gidenlerin toprağa düştüğü yer.

Kerbela; insanlığın, vicdanın, insafın unutulduğu yer.

Kerbela’da olup bitenleri Bekir Yıldız’ın kaleminden aktarıyorum:

Otuz iki atlı ve kırk yayadan oluşan Hazreti Hüseyin’in ordusu yok edilmişti.

Düşmanla savaşmak sırası, Hazreti Hüseyin’deydi.

Gidecekti, ama vuruşmadan önce, kendisine inanarak Mekke’den Kebeli’ye gelmiş ve Kerbela’da şehit düşenlerden geriye kalan çocuk ve kadınlarla vedalaşmak istedi.

Atına bindi. Kılıcını eline aldı. Çevresinde toplanmışlara, yaşlı gözlerle bakıp konuştu.

“Sıra bana geldi” dedi. “Benden öncekiler gibi, benim de gidişim olacak, ama dönüşüm olmayacaktır. Şimdiye kadar ölenler, Yezid’in ordusunun yüzünü güldürmedi. Bilirsiniz, onların istediği, benim başımdır. Başımı, Yezid’’in önüne koyduklarında, rütbeler yükselecek, mal-mülk kapıları açılacaktır.

Dileğim, onlar sevinçten çıldırırken, sizlerin acınızı açığa vurup ah, vah etmemenizdir.

Yezid’e boyun eğmemişlerin ardında kalmak da kolay değildir.

Bilirim, bu ölmekten de zordur.

Şehitlerimizin yüzünü, akmayan gözyaşlarınız güldürecektir.

Ağlayın, dövünün ama düşman görmesin.

Haydi, hepiniz Allah’a emanet olun.

Hakkınızı da helal edin.”

Yezid’in ordusu üzerine yürüdü.

“Geldim işte” diye bağırdı… Bir ben kaldım. Ben ve sizler…

Bir anlık cesareti olan varsa yer değiştirelim onunla.

Gelsin buraya ve benim bulunduğum yerden, tek başına sizlere baksın.

Korkudan durabilirse atı üzerinde, kendi başımı, kendi ellerimle keserim.

Ama bende, korkunun zerresi bile yoktur. Aslında ben de âdemoğluyum…

Korkusuzluğum nedendir?

Çünkü bilirim ki, zalimin zulmünü, inanmışlığın direnci er geç yener.

Bugün yenmezse, yarın yener.

Bu dünya, sizin arkaladığınız Yezid gibi ne Yezidler görmüştür.

Ama gene de birileri çıkar.

Yezitliğe boyun eğmeyen birileri…

Pınarlar kurur, ama dağın suyu bitmez…

Siz sanıyorsunuz ki, başımı koparıp götürdüğünüzde Yezid’e, her şey unutulur gider.

Ya şu kumlar üzerine akan kanlar?

Az sonra akacak benim kanım, esen çöl fırtınalarıyla, bu kumlar savrulacaktır dünyanın dört bucağına…

Haydi, bakalım, kim öldürecekse beni, çıksın bir adım öne.”

Yezid’in ordusundan Temin, meydana atılıp kılıç savurdu.

Hazret’i Hüseyin’in iki hamlede Temin’i yere yuvarladı. Yüzlerce asker Hazreti Hüseyin’e saldırdı. Temimli Şerik oğlu Zür’a, Hazreti Hüseyin’in sol elini ve bir başkası da sol omzuna kılıçlarını vurdular. Hazreti Hüseyin sendeleyip yere yuvarlandı. Ayağa kalkıp kılıcını sallamaya devam ederken, Enes Nahal oğlu Şimr, mızrağı ile vurup yere düşürdü Hazreti Hüseyin’i.

Otuzüç mızrakla, otuzdört kılıç darbesi indirdiler.

Yezid’in komutanı Ömer bağırıyordu:

“Başını kesin!”

Şimr isimli birisi atından inip al kanlar içinde kıvranmakta olan Hazreti Hüseyin’in gövdesine ayaklarını bastırdı. Sonra canlı bedendeki başı kesip komutanı Ömer’e koşturarak götürdü.

Ömer, “İşte bu gördüğünüz, Yezid’in önünde eğilmeyen Hüseyin’in başıdır… Savaşımız bitmiştir.”

Pek çok kesik başla Kufe’ye doğru yola çıkıldı.

Kufe halkı sokaklara dökülmüştü.

Acı çekip ağlayanlarla, sevinip gülenler birbirine karışmıştı.

Hazreti Hüseyin’in dudakları hala kıpır kıpırdı sanki…

“Ey Kufeliler beni, Yezid’in zulmünden kurtarılmanız için çağıran siz. Neden benim başım yerine Yezid’in başı takılmadı bu mızrağa? Ben Yezid’e boyun eğmedim…

Vay sizin sonunuza, neden cellâtların rütbe törenini basmazsınız?

Basıp ta kendi geleceğinizi kurtarmazsınız?” diyordu.

Ölü başlar ve yakınlarının Kufe sokaklarından Şam yoluna çıkışları saatlerce sürdü.

Şam şehri bayraklarla, sancaklarla, çiçeklerle donatılmıştı.

Yezid, kendisine boyun eğmeyenlerin uğrayacakları sonu, halkına göstermek istiyordu.

Sarayın önüne gelindiğinde, Hazreti Hüseyin’in başı, takılı olduğu mızraktan çıkarıldı, Yezid’in önüne konuldu.

Yezid, gücünü kanıtlamış olmanın verdiği kibirle elindeki asayı Hazreti Hüseyin’in kesik başı üzerinde dolandırıp oynamaya başladı. “İşte, bana biat etmeyenlerin sonu!”

Ebu Berze Eslemi ayağa kalkıp konuştu.

“Asanla oynadığın bu yüz, kimin yüzüdür bilir misin ya Yezid?”

“Bilmez olur muyum ya Eslemi? Hiç bilmez olur muyum?

Hazreti Muhammed’in torunu, Hazreti Ali’nin oğlu Hüseyin’in yüzüdür.

Onun için oynamaktayım ya… Bir başkasının başı olsaydı, sarayımda ne işi vardı?”

“Doğru değildir yaptığın, o yüz ki, defalarca Peygamberimiz Muhammed tarafından sevgiyle öpülmüştür.

“Sen ne demek istersin?” diye bağırdı Yezid.

“Bir asi değil miydi o? Biat etmemekte direnmemiş miydi o? Yani sen şimdi bir asinin kesik başını mı savunuyorsun bana karşı? Dua et ki meclisin en yaşlısı, en saygı değer olanısın. Yoksa Hüseyin’in başı yanına, senin de başın düşerdi.”

Ebu Berze Eslemi titredi. Ama bu titreyiş korkudan değil, insanın insana ettiği utanç duygusundandı. Bir Yezid’e, bir Hazreti Hüseyin’in kesik başına baktı.

Hüseyin inandığı doğrular adına, bunca zorluklara katlanmış, hatta sonunda başını bile kaybetmemiş miydi?

Kendisi de bildiği doğruları söylemekten niçin kaçınmalıydı?

“Sonun hüsrandır” diye bağırdı.

“Zalimsin çünkü ey Emir. Sana boyun eğmeyenin tamamını bile göremedin. Kesik başıyla avunursun açıkçası. Sen ki Yezid, sen ki zulmedensin, dedim ya yoktur sonun. Benden söylemesi. Başımı vurdurursan vurdur. Ama gene de benden söylemesi, Sen, Kerbela savaşını kazanan değil, kaybedensin.”

“Nedenmiş o” diye bu kez Yezid kalktı ayağa.

“Kaybettin. Evet, kaybettin savaşı” dedi Eslemi.

“Çünkü Hüseyin, binlerce kişilik orduna, en değerli kumandanlarına bile boyun eğmedi.

Eğer Hüseyin, zalimliğinden korkup gelseydi ayaklarıyla buraya, gelip eğilseydi önünde, o değil, sen kazanmış olurdun.

Hani, nerde bu başın ayakları? Dedim ya, o kendisi yerine, kesik başını yolladı sana, ya Yezid.

İşte, başı önünde duruyor Hüseyin’in. Ama kendisi nerede? Gövdesi ve inançları nerede?

Kerbela’da bre Yezid, Kerbela’da… Baban ki, Hasan’ı zehirlettiğinde Şam’ı, bütün bir Şam’ı siyaha boyatmıştı. Boyatmıştı da zalimliğini ört-baş etmek istemişti.

Ya sen, ey Muaviye oğlu Yezid?

Kesik başları sokaklarda dolaştırdın. Hüseyin’in başına da asanla vurmaktasın.

Sen aslında Hüseyin’in başına değil, kendi başına vurmaktasın.

Bu kadar pervasızlığın sonu, halkı daha fazla sindirmez. Tersi, sinen halkı ayaklandırır…

Zorbalık, bir dağa benzer. Ne kadar zorba olursa dağın doruğuna da o kadar çok yaklaşılır.

Ama unutmamalıdır ki, doruğa ulaşıldıkça, uçurumların derinlikleri de artar.

Bir ayağın kayışı, parçalanmaya, yok olmaya yeter de artar bile.

Önünde duran Hüseyin’in kesik başı, dağın doruğunda dolaşan senin ve hilafetinin sonu olacaktır.

Bir taşa çarpmış gibi, bu başa çarpıp yuvarlanacaksın uçurumlara.”

“Sus, be Mel’un “ diye bağırdı Yezid.

“Vurun başını, vurun ki en keyifli günümü zehir eden kalksın dünyadan…” (Ve Zalim ve İnanmış ve Kerbela / Bekir Yıldız)

***                                      

Selam olsun, Yezid’e lanet okuyana.

Selam olsun, zalime teslim olmayana.

Selam olsun, direnen yürekliye.

Selam olsun, gül alıp, gül dağıtana.

Selam olsun, acıyı bal yapana.

Selam olsun, gönül köşkünü mekân tutana.

Selam olsun, gören göze, duyan kulağa, konuşan dile.

Selam olsun,  haktan, hukuktan ayrılmayana.

Alevi yurttaşların muharrem aylarını kutlar, bu ayda yaptıkları dualarını tanrı katında kabul olmalarını dilerim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.