Ahmet KELEŞOĞLU

Ahmet KELEŞOĞLU

Bezden kayık

-Yaşanmış bir öykü-

Ali okul dönüşü soluğu babasının dükkânında alırdı, ama o gün erken ayrılmıştı dükkandan. Çoğu zaman işler bitmez istediği zaman çıkıp gitmesi mümkün olmazdı.

Bu sefer çok iş yoktu, sabah başlayan yağmur iki saat aralıksız devam etmiş her yer sularla kaplanmıştı. Yağmur dinmek bilmiyordu. Biraz daha yağsa kasabayı sel götürebilirdi. Sokaklar çok hareketsiz ortalıkta kimse gözükmüyordu. Öğleye kadar hava bir türlü aydınlanmamış, sanki akşamın alaca karanlığına erken girilmiş gibiydi. Bir ara kara bulutların arasından beyaz bir gün göründü ama o da uzun sürmemişti. Bulutlar ardarda hızlıca geçiyor, yarış edercesine birbirini kovalıyordu. Sanki bir başka yere yetişecek susuz kalmış toprakları, bulutlarından sağdığı yağmur taneleriyle yaşama döndürecekti.

Biraz sonra hızla kayboldular.

Gün yarılanıp öğle vakti gelmişti, güneş ise gözlerini uzaklardan kısarak gösteriyordu. Her yer aydınlanmış, sokaklardaki görüntü net ve anlaşılır olmuştu. Günün aydınlığı gözleri kamaştıracak kadar parlıyordu. Toprağın kokusu her yeri sarmış, doğanın tüm canlıları güne gecikerek de olsa merhaba demişti.

Ali de zaten babasının dükkânına geç gitmişti.

Geç gelip de erken çıktığı ender zamanlardan biriydi. Her zaman böyle olmazdı ama "hadi bana eyvallah ben gidiyorum" diyerek de, çıkamazdı iş yerinden. Çok önemli bir bahane yoksa veya babası; "Sağa sola sapmadan doğru eve git" dememişse dükkândan ayrılması imkânsızdı.

Babasından korkardı Ali, çok korkardı. Farklı bir yapısı vardı bu Karadeniz insanının. Zaten Karadeniz de yaşayan insanların tamamına yakını farklı değil miydi? İster kadın isterse erkek olsun, hepsi ani olarak sinirlenir ve sonra da hiç bir şey olmamış gibi davranmazlar mıydı?

Deniz gibidir bu yörenin halkı. Karadeniz’in huyu da halkına çekmiştir, insanlardan hiç aşağı kalır yanı yoktur, o da birden dalgalarını kabartarak metrelerce yükseltir, sanki bir komut almış gibi biraz sonra önceki seviyesine geri gelirdi.

Gökyüzü de öyleydi, her yer günlük güneşlik iken bulutlar kararır, ardından gökyüzü yarılır ve bardaktan boşalırcasına yağmur yağardı. Aralıksız devam eden yağmur bir türlü dinmek bilmez, sonra yine bulutlar nedensizce çekilirdi.

Sanki bir güç talimat veriyordu!

"Yeter artık gidin şimdi!"

Babası da öyleydi Ali'nin, o da bu coğrafyanın genlerini taşıyordu ama değişik bir yapısı vardı nedense. Farklı bakıyordu dünyaya, herkesin güldüğüne gülmüyor birçok insanın aynı tepkiler gösterdiği üzücü bir durum karşısında sessizce duruyordu.

Ali bu gelgitler karşısında şaşırmış olabilir miydi? Olaylar babasının istediği istikamette cereyan etmeyince her şeye yeniden başlamak ve hiç olmadık tepkilerle karşı karşıya kalmak vardı işin içinde.

Sonra Ali'nin babası kızdığında yüzünün rengi değişirdi. Ardından kaşlarını çatar ve sert bakışlarıyla korkutucu olurdu. Mahallenin çocukları bile çoğu zaman onu görünce kenara çekilirdi.

Dışarıdan bakıldığında sert görünümü ile öne çıkan bu adamı, akşam olduğunda iş dönüşü kedi ve köpekler takip ederdi.

Evinde de beslediği bir sürü kuşu vardı Ali'nin babasının. Belli ki köpek ve kedileri besliyor onlarla ilgileniyordu. Yoksa onca hayvan arkasından gelir miydi? Zaten hayvanların da ona karşı olan davranışlarından, karşılıklı bir sevginin olduğu anlaşılıyordu. Ama ortada anlaşılmaz bir durum vardı. Adam bu kadar hayvanla sevgi içinde iç içe yaşıyor, onları koruyup besliyor, sıra insanlara gelince sinirleri tepesine çıkıyordu. Ali babasından korkuyordu ama belki de nedenini bilmiyordu.

Zaten nedenini bilse ne olacaktı ki? Hem kim korkmazdı ki babasından? Ali korkmasın! Neyse, o gün erken çıkabilmişti ya dükkandan sen ona bak. İnşallah o gün, her şey yolunda gider de rahat bir günün sonunda evine dönerdi Ali.

Ama babası da bir günden bir güne eline bir şey tutuşturmadan göndermezdi Ali'yi eve. Şöyle elini kolunu sallaya sallaya boş boş bakınarak eve gittiğini hiç hatırlamazdı. Tek isteği, denizin kıyısına kadar inip uçsuz bucaksız sonsuza dek uzanan dalgaların kavgasını izlemekti. Mutlu olduğu tek yer burasıydı Ali'nin. Gün içerisindeki acımasız yarış ve sıska vücudunun şeklini alan işlerin tamamı, neredeyse sorunların parçası olmuştu. Engeller ve zorlu yaşamın bitmeyen acıları sadece onu değil, onun gibi hayata naylonla kaplı pencereden bakan yere düşmüş ümitsiz yüzleri de bekliyordu.

Artık zaman bayağı ilerlemişti ama daha akşam olmamıştı, şimdi sahil yolundan eve gitmek istiyordu. Ali'nin anlaşılması zor dünyasında, ormanların zirvesinden vadilere, oradan da evlere kadar giren sel suları herkesi denizin ortasına sürüklemişti. Bu çaresiz insanlar sel sularının getirdiği kütüklere sıkı sıkıya sarılıp kurtarılmayı bekliyordu. Önce deniz kurtarmıştı Ali ve arkadaşlarını, yaşama dönüşün tek seçeneğiydi aslında deniz, ama hiç kimse bunun farkında bile değildi.

Onun için deniz, ikinci tanrısı gibidir Ali nin, ona koşulsuz tapar ve gösterdiği istikametten asla sapmayı düşünmezdi.

Denizin büyük gücü, beyninde birbirine girmiş bitmeyen kavgaları her zaman durdurmasını bilmişti. Çatışmaların tamamında kendisini öne atmış ve tüm acıları içine çekmişti deniz.

Ne zaman başı sıkışsa Ali'nin bezden kayığına biner, derin sularda bekleyen yunusların yanına giderdi. Yunuslarla konuşmayı severdi Ali. Kürekler avuçlarıyla buluştuğunda, denizin kapıları da açılmış olurdu. Artık arkasından atılan okların yetişemeyeceğini o da biliyordu. Bundan sonra sıraya dizilmiş, bekleyen işlerin hepsinin canı cehennemeydi.

Bu akşam gökyüzü, Ali ve Deniz'le yer değiştirmişti.

Her gün devamlı görüşüp konuştuğu Süleyman'ı bugün görememişti. Çok bakınmıştı aramıştı ama bir türlü bulamamıştı.

Nereye gitmişti acaba, okula da iki gündür gelmiyordu? Yoksa hasta mı olmuştu? Süleyman'la aynı okulda okuyordu Ali, hatta şubeleri bile aynıydı. Okula giderken gözleri hep onu arar, dönüşte de onunla birlikte eve dönerdi. Ali, Süleyman'ı bulamazsa, Süleyman, Ali’yi ne yapar yapar bulurdu. Ayrı ayrı okula gidip döndükleri hiç görülmemişti. Kısa süreli ayrılıklarda bile birbirlerini çok özlüyorlardı.

Kayığı yaparken bile birlikte karar vermişlerdi. Hatta bu sırrı kimseye söylemeyip, sonsuza dek saklamaya yemin etmişlerdi.

Ali'ye çok yardım etmişti Süleyman, emeği küçümsenmeyecek kadar fazlaydı. Bir gün kayık açıklarda su almış, teknenin tabanını tamamen kaplamıştı, korku ve panik içinde, kenarda duran boş konserve kutusu ile dolan deniz suyunu birlikte boşaltmışlardı. 

Naif kişiliği, kibar terbiyeli duruşu ve daha çok sessizliğiyle tanınırdı Süleyman.

Ali'nin köyden gelen aynı okulda okuduğu Mahmut adında bir arkadaşı daha vardı ama nedense çok görüşemezlerdi. Ali Mahmut'u da çok severdi. Mahmut biraz daha utangaç ve ürkekti. Birçok şeyi uzaktan seyreder, çoğu zaman dinler ve çok az katılım sağlardı. Hem hafta sonları köye ailesinin yanına giderdi Mahmut.

Bir ara kayığı yaparken, malzeme de para da bitmişti, kayığın yarım kalan yerleri vardı, tahtalarla iskeleti çakılmış, Alilerin evinin bodrumunda bekliyordu. Günler geçip gidiyordu ama bir şeyler de yapmak gerekiyordu. Her defasında kayığın başında bekliyor kara kara düşünüyorlardı. Canları çok sıkılmıştı. Kayık kimse görmeden gizlice yapılacaktı. Ayrıca eksik olan malzemeler için de para bulunacaktı. Belirsiz ve can sıkıcı bir bekleyiş oluyordu. Ali'nin parası zaten yoktu. Süleyman ise babasından aldığı harçlığın dışında para isteyemezdi. Akıllarında kayığı denize indirmekten başka bir şey yoktu. Her şey bezden kayığa bağlıydı, ne olursa olsun bu kayık bitecek ve denize açılacaktı. Kayığın bayrağı bile hazırdı, çok önceden temin etmişlerdi bayrağı.

Ali'nin canı çok sıkılmıştı, acele bir çözüm bulması gerekiyordu, aradan bir kaç gün geçmişti ki, aklına bir fikir geldi. Evlerinin penceresinde asılı olan Amerikan bezi güneşlikler tam kayığa göreydi.

Bir koşuda annesinin yanına gitti. Annesine; "Ne olur anne şu penceredeki kaput bezlerini bana versene" dedi.

Annesi Ali'yi çok severdi. Onun bir dediğini iki etmezdi. Diğer çocuklarını da severdi ama Ali biraz daha farklıydı. Küçükken zayıf kalmış, bakıma biraz daha ihtiyaç duymuştu, bu yüzden onun üzülmesini hiç istemiyordu.

Ama pencerenin güneşliğini de çıkartıp veremezdi. Bunun imkansız olduğunu, babasının çok kızabileceğini, duyarsa evin içinde huzurunun kaçabileceğini söyledi. Ayrıca babasının kayığı görürse parçalayabileceğini de belirtti. Tüm bu sıkıntılar karşısında Ali pes etmemişti.

Süleyman'la kayığın eksik kalan yerlerinin nasıl yapılacağını bir kez daha konuştu ama çözüm bulamamıştı.

Süleyman’ın da elinden bir şey gelmiyordu. Babasıyla bu durumu konuşmaya onunda cesareti yoktu. Süleyman’ın babası ciddi disiplinli bir asker olduğundan duyarsa çok kızabilirdi.

Bu kayığın denize indirilmesi çok tehlikeli değil miydi? Su alabilir, büyük bir dalga da ters dönüp batabilirdi!

Her ne kadar Ali ve Süleyman yüzme bilseler de, derin ve azgın sularda bu kayığı yüzdürmek kolay iş değildi. Üstelik Karadeniz’in dalgaları ürkütücü ve tehlikeliydi.

İşler yarım ve çözümsüz kalmıştı. Tek çare Ali'nin annesinin bu kaput bezlerini vermesiydi. Ama o da evin eşyasını vermekten çekiniyordu. Üstelik o da kocasından çok korkuyordu. 

Her şey yarım kalmıştı, sadece tahtaları çakılmış 2,5 metrelik kayığın iskeleti Alilerin evinin bodrumunda bir köşede duruyordu.

Kimse görmesin diye de iskeletin üzerini odun ve artan tahta parçaları ile kamufle etmişlerdi.

Artık Ali, annesine küsmüştü onunla konuşmuyordu.

Süleyman'ın ise suratı asık morali de çok bozuktu. Yüzleri hiç gülmüyordu, birlikte okula gidip geliyorlardı ama ağızlarını bıçak açmıyordu.

Yarısı tamamlanmış bir kayığınız var ve evin bodrumunda duruyor, üstelik te bunun varlığından kimsenin haberi yok. Yarımda olsa bir kayığınızın olduğunu kimseye söyleyememek nedir bilir misiniz? Dünyanın en zor şeyi.

Ali ve Süleyman, okul dönüşü çantaları formaları evin kapısına atıp kendilerini sokağa atmıştı. Annesi Ali’nin bu haline çok üzülüyordu. Diğer taraftan Ali'nin bu üzgün hali, evdeki neşeyi iyice kaçırmıştı.

Aradan birkaç gün geçmişti ki; Ali'nin annesi pencerenin güneşlik olarak kullanılan bezlerini çıkarmış ortadan dikmiş ve okul dönüşü Ali'ye vermek için evin kapısında beklemişti.

Ali okuldan döndüğünde annesinin elindeki bezleri görmüş ve çok sevinmişti, yanaklarından öperek bezleri kaptığı gibi soluğu Süleyman’ın yanında almıştı, Amerikan bezini gören Süleyman, diğer ucundan tutarak çığlık atmaya başlamıştı. Ali ve Süleyman bezi ellerinde sıkıca tutuyor oldukları yerde dönerek şarkı söylüyorlardı.

Artık kayığın iskeleti kaput bezi ile sarılacak, etrafı iyice gerildikten sonra dışı asfalt zifti ile katranlanacaktı. Bundan sonrası artık kolaydı, ama yine de kayığı denizde yüzdürecek kadar bitirememişlerdi.

Bir defasında okul dönüşü Süleyman’ın önceden beri aklında olan fikri söylemek istediğini fark etti Ali.

Süleyman; "Ali bir fikrim var ama ne dersin bilmem" dedi.

Ali heyecanlanmıştı, zaten bu sıralar paraya da fikre de çok ihtiyacı vardı. Okul dönüşü eve giderken kayığın yanına gidecekler orada adeta dua eder gibi başında bekleyeceklerdi.

Ali; "Ne oldu, aklına nasıl bir fikir geldi Süleyman, söyle haydi söyle" dedi.

Yolda yürürken iki adımda bir durup Süleyman'a dönüyor; "Söyle hadi aklından geçeni söyle" diyordu.

Süleyman ise daha sakindi. Yürürken birden durdu ve Ali’nin yüzüne baktı;

"Eve gideyim sonra size gelince bodrumda kayığın yanında söylerim" dedi.

Ali kızmıştı, kendi kendine söyleniyordu; "Bekleyecek ne var, eve gidecekmiş, bodruma inecek kayığın yanına gelince söyleyecekmiş, ne olurdu sanki şimdi söyleseydi? Ben bekleyemem ki şimdi, bu Süleyman da amma rahat davranıyordu." Herkes evine gitmişti, hızlıca bir şeyler yedikten sonra evin bodrumunda tekrar buluştular.

Süleyman; "Burada mahallenin çocuklarına on dakikası yirmi beş kuruştan Hacivat Karagöz oyunu oynatalım, gölge oyununu çocuklar çok sever" demişti.

Aklı başından gitmişti Ali’nin, bu fikri çok sevmişti. Evin bodrumunda sağına soluna bakınmaya başladı, ayağa kalktı, bir o köşeye bir bu köşeye gitti, arkada karanlıkta duran tahtadan yapılmış mandalina kasasını gördü, hemen eline aldı.

"Buldum, buldum Süleyman" dedi.

Süleyman'ında gözleri yerinden çıkmış gibiydi. Ali'nin bu konuşması karşısında o da çok şaşırmış, öylece bakıyordu.

"Ne buldun Ali?"

"Bak Süleyman beni iyi dinle, şimdi bu mandalina kasasının altındaki tahtaları kırmadan sökeceğiz, kasanın üstü de altı da boş olacak, sonra bir yüzeyine bezi iyice gerip çakacağız, kasanın arkasına da geçip bir tane de mum yaktık mı, bu iş tamamdır."

Süleyman ve Ali çok zeki çocuklardı, leb demeden leblebiyi anlıyorlardı, bir fikir ortaya atıldığında, daha bir kelime söylendiğinde bile cümlenin sonunu birlikte getirirlerdi.

Hemen iki üç tane çubuk kesip ardından Hacivat Karagöz'ün resimlerini kartona çıkararak çubuklara çakmışlardı. Okul kitabındaki Hacivat Karagöz resmi ne güne duruyordu, Hacivat Karagöz’ün elleri ve ayakları boşlukta sallanmaya başlamıştı bile. Evin bodrumu tamamen kapalı her yer zifiri karanlık olunca, Ali'nin, mumu yakıp "Karagözüm neredesin" sözüne karşılık, Süleyman da "Buradayım Hacı cavcav" cevabını vermişti.

Gölgeler ne kadar güzel görünüyordu, mutlu olmak böyle bir şey olmalıydı.

Bezden kayık bu zorluklar içerisinde tamamlanmıştı.

Yarısı denize gömülmüş tekneler karanlıkta kaybolurken, Ali kendisini sonsuz sulara çoktan bırakmıştı. Belki de suların derinliklerinde, teknelerden birine elini uzatan özgürlüğe doğru açılmak isteyen kendisi gibi birini bulabilirdi.

Dalgaların patlaması kulaklarında melodiye dönüşmüştü Ali'nin. Gözleri yerinden çıkacak gibi oluyordu, ne de olsa hayal dünyasının değişmeyen oyuncusunu başrol oynatacak ve en büyük Oscar’ı o alacaktı. Uzaklardaki Ay’ın parlaklığı gözlerini almıştı, kalp atışlarının yavaşladığını fark etti. Devamlı kürek çekiyor boşlukta kendisini arıyor gibiydi. Hava tamamen kararmıştı, Ali’nin sırtı ufkun yönüne dönüktü, kayığın ön tarafında ise Süleyman oturuyordu. Sahilden epeyce uzaklaşmışlardı. İskelenin direklerine bağlı lambaların ışıkları denizin üzerinde parlıyordu. Sahildeki ışıklar yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Ali yorulmuştu, Süleyman ise kayığın kenarına sıkıca tutunuyordu. Bir sessizlik vardı, kimseden ses çıkmıyordu. İskeleye bağlı tekneler dalgaların gücüyle arkadan öne doğru sallanıyor, yakamozlar da dalgalarla aynı yönde oynuyordu. Artık tekneler de görünmez olmuştu. Ali'nin kürek çekecek gücü kalmamıştı, gözleri kapanıyordu. Denizin ortasında ise başka hiç bir tekne yoktu. Karanlıkta çığlık atıp, sessizliğe doğru avazı çıktığınca bağırdı; "Süleymannnn!…"

Ali’nin, kayığı birlikte yaptığı en çok sevdiği arkadaşı Süleyman, artık yoktu.

Bundan sonra Ali’nin Süleyman'ı görmesi de mümkün değildi. Arkadaşlığın bittiğini kabullenmek zor olacaktı. Ayrılığın acısı daha ne kadar sürecek, Ali'nin içindeki boşluk nasıl dolacaktı?

Gözlerini açtığında karşısında Mahmut'u gördü Ali.

Süleyman'ın babası bir gece yarısı eşyaları toplayarak kasabadan ayrılmıştı. Bu ayrılığın sebebini hiç kimse bilmiyordu. Ali hem çok üzülüyor hem de çok merak ediyordu. Nereye gitmişlerdi.? Kimseye bir haber bile bırakmadan nereye gitmiş olabilirlerdi? Ali'nin Süleyman'ın babası ile ilgili bildiği tek şey, onun asker olduğuydu.

Mahmut, Ali'nin okula köyden gelen arkadaşlarından biriydi. Aynı okulda okuyorlardı ama aynı şubede değillerdi. Mahmut ablasının yanında kalıyor hafta sonları köye gidiyordu. Ailesi ise yılın tamamında köyde kalıyordu.

Gece vakti Mahmut'u sahilde dolaşırken görmüştü Ali. Kayığı, yolun denize bakan kaldırımından birlikte indirmişler kumsalın başına kadar getirmişlerdi. Daha sonra da denizin kenarına kadar beraber sürüklemişlerdi.

Artık gözünün aldığı her yer, farklı bir gece karasına dönmüştü Ali'nin. Gökyüzünün rengine hiç böyle şahitlik etmemişti. Sorulacak tüm soruları o soracak, cevaplarında son kararını o verecekti. İstemediği bir değişim oluyordu, hiç zamanı değildi ama gün bitmişti bir kere. Her şey gecenin zifiri karanlığında kaybolmuştu. Benliği neredeyse yeniden şekilleniyordu Ali'nin.

Bundan sonra dünyanın karanlığa gömüldüğü gecede saklı sırlar, onun gelecekteki en kalıcı hatırası olacaktı. Ama olmadı, çok geç olmuştu, eve dönme vakti gelmişti, gitmeliydi, annesi o gelmeden uyuyamazdı.

Çaresiz denizle ve daha adını bile koyamadığı duygularıyla vedalaştı Ali.

Kısa bir ayrılık vardı şimdi, oysa denizle, balıklarla, gece ve Ay’la birlikte olmak ne kadar da güzeldi.

Olsun, nasıl olsa yarın yeni bir gün olacak, günün ışıkları ile her şey yeniden dökülecekti ortaya.

Sabah olduğunda her yer aydınlanacak, günün müjdesini veren martılar piyanonun tuşlarına basacaktı.

Sonra da gürültülü kalabalıklar sokaklara akacak ve arkasından otomobiller yolların tozunu kaldıracaktı.

Ali, bekleyecekti, babasının; "haydi artık sağa sola bakmadan eve git" diyeceği ikinci bir günü, sonsuz deniz ve gökyüzüne kavuşmak için.

Bundan sonra gece ve kayık, naylonla kaplı pencereden yüzü yere düşmüş kurtarılmayı bekleyen arkadaşların olacaktı. Artık havanın kararması ile başlayan değişim, denizden gelen sesi de içine alarak özgürlüğe susamış Mahmut'un sevinç çığlıklarına dönüşecekti. Ali için bu çok iyi olmuştu ama Süleyman'ı unutamıyordu.

Mahmut kendisini öne atmış, kendi kaderini kendisi yazmak istemişti. Artık "sıra bende" der gibiydi. Ali, Mahmut için çok üzülüyordu. Onun soğuk kış günlerinde sadece bir ceketle okula gittiği günler aklına geldi. Dışarıda lapa lapa kar yağarken ceketin altında bir gömlekle okula gitmesine gönlü hiç razı değildi.

Çoğu zaman Mahmut'un bu durumu Ali'nin canını sıkıyordu. Bir defasında annesine yalvarmış Mahmut'a bir kazak örmesini istemişti. Annesi de biraz beklemesini önce yün alması gerektiğini bunun biraz zaman alacağını söyledi.

Ali bu kadar süre bekleyemezdi, bu zaman içerisinde Mahmut'un okula gidip dönerken soğuktan donabileceğini düşündü. Ne yapacağını bilmiyordu. Onun da iki tane kazağı vardı. Bir tanesi eskimiş kolunun kenarları bayağı yıpranmıştı, onu Mahmut'a veremezdi.

Gece yatağına girdiğinde hep Mahmut'u düşündü. Uyumadan önce aklına gelen fikri sabah okula giderken uygulamak istedi. Eski kazağının üzerine, biraz daha yeni olan kazağını giyecek, okula gittiğinde ise üste giydiği kazağı çıkartıp Mahmut'a verecekti.

Sabah olduğunda annesine bu düşündüklerini söylemeden kazakları üst üste giyip evden çıktı. Okulda, Mahmut'u ilk gördüğü yerde kazağı çıkarttı ve verdi. Mahmut kazağı giymişti.

Artık dünya güneşin battığına ne kadar üzülürse üzülsün, Ali soğuk kış gecesinde ay ışığında dans edebilirdi.

Sıra Mahmut'a gelmişti, o da bitirecekti bu zorlu maratonu, onun da Ali'den, Süleyman'dan eksik kalan bir yanı yoktu. Bundan sonra Süleyman'ın yokluğunda, Mahmut un ruhu Ali'nin bedeninde can bulacaktı, Mahmut da kendisini bulutların üstünde taşıyacaktı.

Bazen çok kötü olurdu Mahmut, kendisini iyi hissetmediği zamanlarda sessizce durur hiç konuşmazdı. Sürekli donup kaldığından birinin gelerek onu harekete geçirmesi gerekiyordu.  İçinden çıkılmaz aşılması güç durumlarda hiç bir şey olmamış gibi bakardı Ali’ye.

Ali onun bu çaresizliği karşısında yanına biraz daha yaklaşırdı. Mahmut, Ali'nin yanında kendisini biraz daha güvende hissederdi. Göz göze geldiklerinde sessiz bakışmalarının dakikalarca sürdüğü olurdu.

Ali’nin; "Seni dinliyorum" dediğinde, Mahmut'un istemsizce koşmaya başlaması, anlaşılır gibi değildi. O anda Mahmut'u hiçbir güç durduramaz, koşar, koşar, koşardı. Arkasından Ali de koşmaya başlardı.

Ali ile Mahmut hızla uzaklaşırken artık yollar onlar için açılmış olurdu. Hangi yöne gittiklerini bilmeden uçar gibi koşarlar ve sonunda yine kendilerini denizin kenarında bulurlardı. Bu ikiliyi mıknatıs kendine doğru çekmişti. Derin bir nefes aldıktan sonra yere yığılıp hızlıca verdikleri nefeste, yeniden dünyaya gelirlerdi. Her şey film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer, sonra da dalgaların geldiği yöne doğru yürürlerdi. Artık Ali ve Mahmut, bezden kayığın yanındaydı.

Denizin kumuyla birbirine karışmış çakıl taneleri, istiridye kabuklarıyla birlikteydi. Sessizliğin orkestrası ile sonsuza dek bitmeyecek yolların ilk adımı atılmıştı. Enstrümanların yönü Ali'ye dönüktü, gözünün gördüğü her yer onundu, salladıkça kollarını melodilerde dalgalanıyordu suyun üzerinde. Bir taraftan tepesindeki kuşlar, diğer taraftan yaprakların konuşması orkestranın ara nağmelerini oluşturuyordu.

Her şeyi arkasına katarak önüne geleni sürüklüyordu Ali. Mahmut, Ali'nin elini sıkıca tutmuştu. Bundan sonra Ali, en büyük senfoninin baş şefi olarak gururla kaldıracaktı dünyayı avuçlarında. İstediği mutlu olma duygusu bedenini sarmıştı, bu duyguyu hiç geri vermek istemiyordu, uyanmayı reddetmişti. Yaşamın neresindeydi?  Nereden gelip nereye gidiyordu?

Biraz sonra olacak karmaşık geçişlerin en tepesinde uyanıp aldığı ikinci nefesin farkına varacaktı.

Yaşadığı yer, üzerini örten çatı, ekmeğini paylaştığı ve dokunduğu canlıların varlığı onunla daha güzel olacaktı.

Yaşamın tamamında, yoluna bu dokunulası varlıklarla devam edecek, zorluklarla karşılaşacak, çatışmalara girecek, bitmeyen kavgaların içinde bulacaktı kendisini. Böyle içinden çıkamadığı zamanlar kırılma anları olacaktı. Kaçmak, kurtulmak, uzaklara yelken açmak istiyordu. Bezden kayık onu bekliyordu. Bu duygu yoğunluğunda aradı, sordu ve sorguladı geleceğini, başka çocuklara baktı, onların düşlerini kendi düşleriyle karşılaştırdı. Neden onların düşleri kendisininkine benzemiyordu?

Sürüklendiği gerçekler, ulaşmasını istediği hayalleri yakalamaya yetmeyecek miydi?

Ali derin uykudan uyanmıştı.

Naylonla kaplı pencereden dışarı baktı, sokak lambası yanmıyordu. Gecesini gündüze çeviren Ay gitmiş, yıldızlar da kaybolmuştu. Sabah mı olmuştu?

Kırık pencerenin naylonuna yağmur taneleri vuruyordu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum