Çağımız insanının arayışları...!

Seneca der ki:

“Hafif acılar konuşulabilir ama derin acılar dilsizdir.”

Yaşamın içinde gündeme gelmeyen, seslendirilmeyen, bilmediğimiz ne derin acılar var...?
Şehirlerde, ilçelerde, mahalle ve köylerde...
En kalabalık çarşıların içinde, caddelerde, AVM’lerde...
Ayrı bir dünyayı yaşayan şehirlerin kenar mahallelerinde,
Gecekonduları olan varoşlarda...

Kalabalık toplulukların içinde, dert yüküyle ezilmiş, yalnızlık çeken, kanadı kırık kuşlar gibi yaşayan; sanki gezen, dolaşan insanlar...

İnsan olmak, bir yurttaş olarak insanca yaşamak hakkı — en tabii, en doğal bir ihtiyaç iken; barınma, ev, konut sahibi olma, kira durumu, ısınma, yakacak, elektrik, su, doğalgaz, yiyecek, içecek, beslenme, ulaşım, eğitim, iş, aş, geçim vb. ihtiyaçları rakamlarla ortaya koyup en asgarisinden bir hesap yapmaya çalışıldığında; en objektif bir ekonomist veya iktisatçı, gerçek manada bu derdin, geçim sıkıntısının hesabını, açlık ve yoksulluk sınırına göre çıkarmak istediklerinde, “Pes doğrusu! Biz bu kadar emekli, fakir ve dar gelirli nasıl yaşıyor, nasıl hayatta kalabiliyor?” diye inanmakta güçlük çekecekler, besbelli.

Şehirlerde kiralık ev arayan veya kira evinde yaşayan vatandaşlarımız için 2+1, 70–80 metrekarelik bir evin kirası, yerine göre en az 20 bin TL’den başladığı ifade ediliyor.
Bu uçuk, çılgın kira fiyatlarını ödeyemeyecek emekli, dar gelirli vatandaşlarımız için “Lütfen 2+1 daireler için kiralama talebinde bulunmayın.” diye ilan veren kişiler veya emlakçılar var bu ülkede.

Demek ki toplum içinde, sektörler ve insanlar arası gelir dağılımı, yaşam standardı makası öylesine açılmış ki; insanca yaşamanın en temel şartlarından biri olan konut, barınma ihtiyacı insanımızı ezer hâle gelmiş.

Adını “enflasyon” denen canavar, sabit maaşlı çalışan kesimi, emekliyi, dar gelirli yoksul vatandaşı, hatta esnaf ve üreticiyi silindir gibi ezerken; bazı kesimlerde gayrimeşru kazançlar alıp başını gitmiştir.

Her gün İçişleri Bakanlığı’nın operasyon üstüne operasyon yaptığı, kökünü kazımak için uğraştığı:
kaçakçılık mı dersin, kara para aklamak mı dersin, son olarak altın kaçakçılığı operasyonu...
Yurt içi ve yurt dışı bağlantılı bir sürü paravan şirket...
Dolandırıcılık, mafya, insan kaçakçılığı...
Saymakla bitmeyecek suç örgütleri...

Kimi yakalanıp içeriye tıkılıyor, kimileri de kanunun boşluğundan yararlanıp salıveriliyor.
Sadece bir yurt dışı çıkış yasağı bahanesiyle yırtıyor.
Savcılık tarafından bu yollarla kara paraların aklandığı söyleniyor.

Olayların hukuki süreçleri gerçekten böyle mi olmuştur, bilemiyoruz.
Ama ülkemizde son çeyrek asırda gayrimeşru yollarla mal mülk sahibi olmuş, bir sürü haksız zengin kitle oluşmuştur.

Alın teri dökmeden, çalışıp emek vermeden helâl yoldan zengin olmak kolay mı?
Hangi tohum, hangi toprakta yeşerir?
Demek ki bazı imtiyazlı kişiler cebini doldurup zengin olurken, birileri de buna göz yummuş.

Mevcut ekonomik düzende; bazı kesimlerdeki cüzdan şişkinliği, hukukun üstünlüğünü, hak ve adaleti, dengeli gelir dağılımını ezip geçmiştir.

Büyük Yunan düşünürü Platon der ki:

Adaletsizliğin en büyüğü, adil olmayıp adil gibi görünmektir.

Malcolm X ise şöyle der:

Bize hep yalan söylediler. Biz inandıkça, daha fazlasını söylediler.

Büyük ecdadımız Fatih Sultan Mehmet de şöyle der:

Vebal nedir bilir misiniz? Hak etmeyenlere makam, mevki vermektir.

Aslında sıkıntı büyük...
Sancılar, yaşamımızın her kesimine gün geçtikçe daha çok sarıyor.

İçinde yaşadığımız dünyada insan, hem çok hızlı bir teknoloji ve iletişim çağını yaşıyor.
İnsanı sorgulatan bu çok hızlı değişimlerle, sanki bir bilinmezlik içinde savrulup gidiyor.

Bu savrulma; insanın varoluşu, kimliği, benliği, özünü koruma ve yaşatma süreciyle beraber, kendi dışındaki acımasız ekonomik ve kültürel baskılara teslim olarak yozlaşmayı fark etmeden duyarsız hâle gelmesine yol açıyor.
Yani, “etliye sütlüye dokunmayan, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” felsefesinin esiri oluyor.

Sonunda birbirini anlamayan, empati yapamayan, başkalarının acısını duymayan, sadece kendi çıkarlarını düşünen bencil bir toplum...!

Bu acıklı tablo, insanı yalnızlığa, yorgunluğa, umutsuzluğa sürüklemekle kalmıyor; aynı zamanda yaşam şevkini kaybetmiş, mutsuz bireylerin toplumsal hayata yabancılaşmasına da neden oluyor.

Diğer taraftan, ekonomik refah seviyesi yüksek bir kesimin bitmeyen çılgın israfı, lüks tüketim alışkanlıkları ve “görgüsüz özgürlükleri” ile genişleyen halkanın; hiçbir insana, topluma ve dünyaya yarar sağlamayacağı bilinmelidir.

İnsanlar arasında huzur, refah ve sosyal barış; ancak derin acıların yürek sesini duymakla mümkün olabilir.

Son söz olarak, büyük usta yazar ve şair Yaşar Kemal’in şu dizeleriyle yazımızı sonlandıralım:

“Şu dünyada ölüm var,
Yoksulluk var, zulüm var...
Eğme başını namerde,
Yüreğin var, dilin var...!”

Kalın sağlıcakla.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum