Gazilerin sohbeti

Bir 30 Ağustos Zafer Bayramı ve ardından 7 Eylül Aydın ilimizin, sonrasında da 9 Eylül İzmir’in kurtuluşu ve düşmanın denize dökülmesinin kutlandığı haftada gurur duyduk. Bu nedenle bizleri bugünlere getiren şehit ve gazilerimize de bu köşede yer verdik.                                      

1963 yılı güz mevsiminde köprübaşındaki Muhacir Osman’ın kahvesine elinde bastonuyla, gözlerinin azıcık gördüğünü, etrafı hayalet şeklinde seçebildiğini söyleyen, yakasında Gazi Madalyası ile Ekiz Mustafa Çavuş girer. Garsonluk yapan yeğeni Nuri söylemeye kalmadan bir bardak su ile kahvesini önüne bırakmıştır. Amcasının hatırını sorar. Sudan bir yudum alıp kahvesinden höpürdeterek yudumlamıştır. Diliyle yalanmakta, bir yandan etrafı tanımaya çalışır. Aksakallı, lacivert ceketinin yakasında kırmızı bez altında parlayan madalyasıyla Gazi Hacı Mustafa, bakınarak ortalığı teftiş edercesine ellerini ardına bağlamış, kahveden içeri adımını atmıştır. Pencerenin kenarında oturan arkadaşı Gazi Mustafa Çavuş’un yanına oturur. Selam verir. Hacı Mustafa’nın da suyu, kahvesi önüne bırakılmıştır. Hacı kahvesinden bir yudum alır, kahvelerini bitirmişlerdi.

Mustafa Çavuş, hafifçe öksürdü, elindeki değneğini çenesinin altına dayadı,

—Ürfe-Merdin-Müsül (Urfa, Mardin, Musul) hattında siperdeyiz. Kavrulmuş arpa verilmekteydi. Bitti dediler. Tayını unuttuk zaten. Etrafta bir çekirge sürüsü peyda oldu, toplamaya başladık. Uzun ayaklarını koparıp, çöl sıcağında ısınan demirlerin üstüne atıveriyorduk. Çıtır çıtır bir tatları vardı ki… O da Allah’ın bir kerameti olsa gerek. Çekirgeler gelmese o asker bir hafta dayanamazdı da kırılırdı her halım. Araplar desen din gardaşıyız ya, biz önümüzdeki İngiliz keferesiyle savaş veriyoruz, arkamızdan gelip önceleri erzakları çalmaktalar, derken bize de silah çektiler. Yoksa İngiliz keferelerinin hakkından gelirdik. Sonra iki taraftan sarıldık. Açlıktan susuzluktan kırılacaz nerdeyse. Araplar, teslim olanı öldürmekteymiş. İngilizlere teslim olduk. Açlıktan teslim olduk arkadaş. Çöl denen kumlanın ortasında, tel örgünün içinde aylarca kaldık. Mübadele ile gurtulduk. Hacı Be dayımın evine oradan da kasaphanesine, yanına geldim.Arap ellerinde konuşmam bile değişmiş ki,ben fark edemedim.Anam beni bilemediydi.İnsanlıktan çıkmıştık be Hacı…Ölüm filan aklımıza gelmezdi.İçime ölüm korkusu bile girmedi her nasılsa…Tamam, da böyle bir ürküntü bile duymamaktaydım. Birliğimizde 18 kişi eski asker kalmışız. Kumandan bize “Terhis edileceksiniz.” deyince, Allah seni inandırsın terhisin ne olduğunu bilememekteyiz. Memleketimize, evlerimize gideceğimiz söylendiğinde inanmadık da kötü bir şeyler olur mu diye düşündük. Birer kâğıt, az tayın verdiler. Birer de kırmızı çaputa bağlı sarı demir verdiler. Ben onu çadırda zembile koyunca, çaputunu keme yemişti de bizim İsa’nın terzi Murat oğlana tamir ettirdim. Nerdeyse atıp da fırlatmayı düşündüğüm o demir sayesinde bugün mayış bağladılar. Allah devlete millete bir daha o günleri göstermeye…

—Âmin, âmin. Bir daha göstermeye…

Hacı Mustafa,

—Yahu Mustafa Çavuş, 11 sene senle beraber asker olduk. Bir kere Erzincan yöresinde olsa her hal karşılaştıydık.11 yılda bi defa. Sıradan ayrılıp da şööle az bi şey görüşüverdik, o gadarcıkdı işte hey gidi hey…

Mustafa Çavuş,

—Bizim şube içeriye, geri dönmekteydi. Ermeniler saldırmış dendiğinden, bizi tekrar geriye döndürdülerdi. Tam o zamanlarda karşılaştık. Sen dört yıl önce tebdili havaya gidip dönmüşün. Memleketten en taze haberi senden duydum.

Bana “dört sene evvel anan-baban yaşıyordu.” dediydin…       

Hacı gülümseyerek,

—Cephede en güzeli ne biliyon mu Mustafa Çavuş? En güzeli…

Esir Yunan askerlerini öne gattık. Yaya yürümekteler Biz atlarla sağdan soldan onları tüfekle, süngüyle götürüyoz ya… En güzeli o işte…

—Yahu Hacı, Allah aşkına güzelliği olur mu bu savaş denen şeyin?

—Eee, o sıkıntıda bi güzellik de bulmalı.

—Güzelliğinin neticesi işte, Yedi düveli şöyle bi harmanladık.

Hacı Mustafa;

—Bir keresinde, Uşşak taraflarındayız. Kumandanımız Fahrettin Paşa. Benim at sersem bir kurşunla vuruldu. Ağladım başında. Günlerce, aylarca beraberiz savaşta, dağda, ovada, ordugâhta kısacası her yerde. Yahu bir de anladım ki, atı olmayan süvari askeri, donsuz kalmış bir adama benzemekte ki dımdızlak kaldım ortalık yerde. Yanımdan bir süvari zabiti, atıyla geçmekteyken her nasılsa yavaşlayıverdi. Kendimi atının terkisine attım, Zabit bir yandan atını koşması için kırbaçlamakta, bir yandan da beni düşürmek için kırbaçları ayaklarıma yapıştırmakta. Neyse atın terkisinden düştüm.Bakınırken bir de ne görem, az ötemde Yunanın top çeken katana cinsi atlarından biri. Zorla çektim, atladım üstüne. Katanayı dehledim. Allah’ın yarattığı mübarek hayvan amma düşman kanı var sanki benim çektiğim, çevirdiğim yana değil de kefere birliklerine doğru yönelmekte. Bir de koşmaya başladı. Baktım ki karşıda kefere birlikleri, gömgök bayraklarına gözüm ilişiverdi. Katana da oraya doğru koşmakta. Dur, durak bilmiyor. Allah seni inandırsın, önümde beliriveren dere üstündeki küçücük köprüden kendimi aşağı fırlattım.”Comburt “diye derenin içine. Karşıdan kefereler ne çabuk görüverdiler, derenin kıyısından çalıların, suyun içine kurşun yağdırmaya başladılar. Ömür varmış.Öldürmeyen Allah öldürmüyor.Bir kayacığın ardına düşmüşüm,kıpırdamadan bekledim.Akşam karanlığında sürünerek çıktım,kurtuldum.Ertesi gün,yeni at verdiler.Süvarisi şehit düşen bir at tabi ki.Karşıda düşman makinelileri,hücuma kalkan bizim askerlerimizi arpa destesi gibi biçmekteler.Fahrettin Paşanın emriyle iki koldan yanlardan bindirme yaptık,atımda çok eyi çıktı.O da savaşmakta,benimle birlikte.Karşı dağın yamacından bizim öteki süvari grubu görünüverdi.Önde al bayrak.Bir de hafifçe esen poyrazdan efil efil sallanıp da savrulmakta,dalgalanmakta ki…İçim titredi,bir hoş oldum.Dünyaları yıkasım geldi. Bizim kumandan,

 “-Haydi, Arkadaşlar, Allah, Muhammed aşkına…”diyerek öyle bir bağırdı ki, atlı süvari grubunun iki yandan saldırması, kefereleri şaşırttı. Ortadaki birliklerimizi rahatlatıverdi. Kefereleri, hani gürül gürül akmakta olan bir dereden atla sudan geçersin ya da harman yerinde sapları dağıttırırsın ya öyle savurmaktayız.”Allah, Allah” nidaları ortalığı inletmekte. Kefereler, ne yapacaklarını şaşırmış, oraya buraya koşturmaya başladılar. Önümüze katıp başladık kovalamaya. Ara ara saldırmaya kalksalar da nafile. Yol boylarında kara dumanlar yükselmeye başladı. Bir köyden geçiyoruz, çocukları öldürmüşler, öldürmüşler de…

Öldürmüşler…

Öldürmüşler de…

Hacı Mustafa, birden ayağa kalkmış, o günleri yaşarcasına, elleriyle atın dizginlerini asılırcasına anlatmakta, kendini kaptırmış, titremekte, bağırmaktaydı, birden ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğuldu. Anlatamaz oldu. Elleriyle gözyaşlarını sildi… Yavaşça kendine geldi. Usulca sandalyesine oturdu.                                                                                                                     

İkisinin de gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Birden hıçkırıklarla ağlamaya başladılar.

Kahveci Nuri oğlan, yanındakini dürttü,

—Bak şimdi, ikisi sarılacaklar bak.

Derken, İki gazi, ayağa kalkarak sarıldılar, gözlerinden yine yaşlar dökülüyordu. Sesleri boğuk ve kısık bir haldeydi. Hacı Mustafa,

—Pek de eyi gitmez üstüne emme birer de çay içelim. Oğlum çay getiriver.

—Allah, bir daha bu millete böyle acılar yaşatmasın.

—Amiin, âmin.

Mustafa Çavuş, gözlerinden şikâyet etti.

—Fersiz kaldılar, ferleri yok gayrı. Nuriii, oğlum beni az yukarı doğru çıkarıver de eve gidem gayrı…

Ey Gazi ve Şehitlerimiz! Bu vatan size minnettar…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum