Gül ve Bülbül

 

Geçen hafta köyde idim.                                                                                     

Seher vakti ağaçta öten dağ bülbülü sesi ile uyanmanın değerini bir an düşünmedim de değil.

Aydın’da kükürt kokusu yayan ne Jeotermal, ne de Astim kavşağında yaşanan sıkıntılar,  ne de riyakârlıklar…  

Birkaç gün hepsinden uzağım…                                                                                     **                                                                                                             

Hafta başında Madranbaba Dağı eteğinde, yaylaktaki Yörük Mezarlığında yatan babam ve akrabalarımızı Ramazan ayı öncesinde Erol ağabey ile ziyarete gittik. Mezarlar üzerine ektiğimiz mor mor açmış zambakların görüntüsünü de seyrettik. Girişteki çeşmeden çiçekleri sulamak için gül dalı altındaki testiyi alıp da çeşmeye daldırdığımızda “fırr” diye bir ses ve testiden bir dağ bülbülü uçuverdi. Ardından “ciik” diye yeni ayaklanmış, kanatlanmak üzere bir yavru bülbül sekerek yan tarafa zıpladı. Testiden yine sesler geliyordu. Ani bir refleksle testiyi kırarak içeride bir yavru daha olduğunu gördük. Zavallılar korkmuştu. Testi içine yuva yapan anne bülbül, yandaki ağaçtan bizi izliyordu. İçime bir sızı düştü. Ne edeceğim diye düşünürken bir an koruma kaygısı ile bu yavruları alıp evde beslemeyi düşündüm. Özgürlüklerini elinden almaya hakkım yoktu. Öyle ya! “Bülbülü altın kafese koymuşlar, Ah vatanım!” demiş.                                          

Yavruları mermer mezarın üzerindeki gül dalının altına yuvalarına koyduk. Yanlara ve üzerine bir taş ile korunaklı hale getirdik. İki bülbül yavrusu altın sarısı tüyleri ile şaşırmış, birbirlerine sokularak uyuklamaya başladılar. Anne bülbül etrafımızda uçuyordu.                                     

İçimdeki sızı hala dinmedi…                                                                                                         **                                                                                 Gül ve Bülbül…

Bülbül, dallar arasında serenat yaparken öyle güzel bir koku duymuş ki; bir anda başı dönmüş , “Nerden gelir bu koku" diye yere inmiş, otların arasında güzel sahibesini aramış durmuş. Bulamayınca da yanık yanık öterek sesini duyurmaya çalışmış. Gül, hoş serencamları işitmiş sesin sahibine bir anda hayran olmuş, olabildiğince güzel kokuları rüzgârın peşi sıra savurmuş. Bülbül rüzgârın ardı sıra gelen bu güzel kokuları takip etmiş.                                                                             

Bülbül ile gül, birbirlerine kavuşamamış. Vuslat hep başka bahara kalır. Bülbül öttükçe gül açar, gül açtıkça, kokusu bütün âleme yayılmış. Gül utancından gonca haline dönmüş.Bülbül gülün bu halini görmek için ötmüş ,ötmüş, ötmüş....

Gül tomurcuktan goncaya dönüştüğünde yorgunluktan bitap düşmüş,  uykuya dalmış. Uyandığında gül açmış, bülbül feryat figan edip göremediğine yanmış. Her sabah vakti bülbül sevdiğinin gonca halini görebilmek hasretiyle bir ömür ötmüş. Gül ise sevdiğinin en güzel halini görebilmesi için açmış ,açmış, açmış....                     

Ne gül olmak kolay, ne de bülbül.

**                                                                                                                                                             

Bülbül kırmızı güle âşık olmuştu.

Bülbül, zamanının tümünü kırmızı gülüyle geçirmeye başlamıştı. Bülbülün güzel sesine hasret kalanlar üzülüyor, hatta kızıyorlardı bülbüle. Gül bağının gülleri “kırmızı gül”ü kıskandılar. Yağmur bulutlarını, toprağı da kışkırttılar. Artık herkes gül ile bülbüle sırtını dönecekti.

Bülbül ise olanlardan habersiz, susuz kalan gül günler geçtikçe solmaya başladı. Fakat bülbül buna bir türlü anlam veremiyordu. Unutmuştu güllerin solduğunu. Kısa süre sonra gül solup gitti. Güle aşkı ona sevgiliyi sadece güzelliğiyle değil dikenleriyle de sevmesi gerektiğini öğretmişti. Gözü yaşlı bülbül dikene rağmen sevip sıkıca kucakladı gülünü. Gülün dikenleri bülbülün minik yüreğine saplanıyor, aşk sarhoşu olan bülbül acıya ve kanının boşalmasına aldırış etmeden daha sıkı sarılıyordu. Gül soldu, kurudu. Bülbül sevdadan, kan kaybından öldü.

Bülbül olmayı seçtiysen; bir ömür yanacaksın.                                                          

Gül olmayı seçtiysen; bir ömür solacaksın…                                                              

**

Gül demişken…                                                                                                      

Ünlü düşünür Mevlana Celaleddin Rumi’nin güzel bir sözü vardır;"Her zorluğun sonunda doğan bir ışık vardır. Eğer elleriniz diken yaralarıyla kan revan içinde kaldıysa, güle dokunmanıza çok az kalmış demektir."

**

Yunan, İzmir’i işgal ettiğinde ilk kurşunu sıkan ünlü gazetecimiz,  şehit Hasan Tahsin (Asıl adı; Osman Nevres) gençliğinde,  17 yaşındaki bir Rum kızına aşık olur. Umutsuz aşkı için şu satırları karalar.

Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül!
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!

**

Hayırlı Ramazanlar!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.