Nebil ALPARSLAN

Nebil ALPARSLAN

23 Nisan ve çocuk

23 Nisan Millî Hâkimiyet Ve Çocuk Bayramımızı, sokağa çıkma yasağına sebep olan “koronalı günler ”de evimizde ve kısmen balkonlarda idrak etmeye çalıştık. Hâkimiyet ve meclis hakkında yazdık, çizdik, okuduk, konuştuk. Dikkat ediyorum, “çocuk” gerçeği, “Meclis” gerçeğinin hep arkasında kalıyor. Bu öndelik, bin dokuz yüz altmıştan bu yana, beş altı defa sert müdahaleye uğrayan bir meclis için masum bir imtiyaz kabul edilebilir.

Ne var ki 23 Nisan’ın çocuklarımıza bakan yanı, kesinlikle ihmal edilecek bir cihet değildir.  Çünkü çocuk demek yarınki Türkiye ve yarınki Dünya demektir.

Bütün ülke çocuklarının eğitimden sağlığa her türlü imkândan eşit olarak faydalanması ve yetkin bireyler olarak hayata atılmaları anayasal bir hak, devleti yönetenler için de anayasal bir vazifedir. Ama ne ülkemizde ne dünyada çocukların neredeyse yarısı bu avantajı bir türlü yakalayamadı.

İstanbul’daki öğrencilik yıllarını hatırladım bu 23 Nisanda. Sokaklarda dilenen, çöp toplayan, oradan buradan bir şeyler araklayan çocuklar o zaman da vardı. “Sokak çocukları”, denirdi onlara. Aslında bu tabir ülke adına yüz karası bir tabirdir. “Sokak çocuğu” olmak onların tercihi değildi. Kim bilir belki bu tabiri onları sokağa itenler uydurmuştu. Hâlbuki o çocuklar da diğerleri gibi sımsıcak bir aile yuvasında barınmak, oyuncaklarla oynamak, atlıkarıncalara binmek,  okumak, bir meslek sahibi olmak, mutlu bir yuva kurmak isterlerdi. O hayat kaderleri değildi. Ne var ki bileşik kaplar misali birileri lüks, israf, konfor peşinde vahşi kapitalizmin bütün imkânlarını kullanarak yaşıyorsa bunun bir bedeli olmalıydı. Bu bedeli de hiç hak etmeyen bir başka kesim ödeyecekti. “Sokak çocukları” bedel ödeyen o kesimin en masum ve en zayıf halkasıydı. Geceleri Haliç’teki Galata Köprüsü’nün altında bir köşede kıvrılıp yatanına rastlayabilirsiniz. Bu nedenle “köprü altı çocukları” unvanını (!) almışlardır. Çoğu yokluk, işsizlik, kan davası gibi nedenlerle Anadolu’dan göç eden dertli aile çocuklarıdır.

Öğrencilik yıllarımda İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Öğrenci Derneği bünyesinde “Pınar” isimli aylık bir dergi çıkarırdık. Dergide hem editör, hem yazar, hem de musahhih olarak vazife vazifem vardı. Birkaç sayısında yukarıda andığım çocuk kesiminin hayatını konu alan bir yazı dizisi hazırlayıp yayınladık. O günkü imkânlarımızla o çocuklara ulaştık. Röportajlar, resimler falan; iyi bir yazı dizisi olmuştu. Amacımız toplum gerçeklerini dile getirip yetkililerin dikkatini çekmekti.

Zamanın Tercüman Gazetesi yazarı Ahmet Kabaklı hocamız akşamları diksiyon dersimize gelirdi. Kendisini sever sayardık. Bizim dergiye yazı da veridi. Bir akşam sinirle sınıfa girdi, dergiyi cebinden çıkarıp masaya fırlattı. Bizi öyle bir haşladı ki;

“komonistler (Bu tabir Kabaklı hocama ait olduğundan değiştirmedim) gibi siz de tezek edebiyatına mı başladınız” cümlesi halâ kulaklarımda çınlar.

Hocamızın bu davranışını çok yadırgamıştık. Ülke aydınının bir kesimi; açlığı, yokluğu, sefaleti, mağduriyeti, hak ve özgürlüklerin örselenmesini, kısaca toplumun inkâr edilemeyecek olan ciddi dertlerini uzun yıllar neden görmezden geldi. Öteledi. Karşıt görüşün önceliğine terk etti. Açıkçası “sol” diye adlandırılan zümreye bıraktı. O çocuklar bir hakikat değil miydi? Yoksulluğu, açlığı, sefaleti, hak ihlallerini yok mu saymalıydı? “Bizim işimiz değil, onlarla başkaları ilgilensin” mi denmeliydi?  Onlar “başkalarının işi” ise, diğerlerinin işi neydi? Üstüne üstlük o dertlerle uğraşanlara bir de “komünist” ve “istismarcı”  yaftası yapıştırıldı. Hâlbuki yok saydıkları o dertlere “komünist” dedikleri gibi el atsalardı daha iyi olmaz mıydı? Üstelik inandığımız din bize, “yetimin başını okşamayı”, “açları doyurmayı”, “köleleri azat etmeyi”, “kul hakkını korumayı” en temel vazife olarak yüklememiş miydi?

Mesele muhtaçlara yardım, sadaka, infak gibi işlemlerle çözülemeyecek kadar ciddidir. Tamam, onlar da olsun, sadaka da verilim, yardım da yapalım. Ama asıl mesele, bütün imkânları seferber edip, herkesin ve her kesimin, millî hasıladan payına düşen, hakkı olan bölümü almasını sağlamak değil midir? Açıkçası servetin hakça bölüşüldüğü bir adalet sistemini ikame etmek değil midir?

Ancak her dönemde yaşananların, biraz da zamanın sosyolojik ve siyasi şartlarının bir sonucu olduğuna inanıyorum. Sanki aydınlara, öğrencilere, hatta tüm ülke insanına duracağı taraf, savunacağı düşünce birileri tarafından dikte edilmiştir. Bireyin iradesi hep bir yerlere hapsedilmiştir. Şimdilerde buna algı yaratmak diyorlar ya. Bu algı yaratma işi her devrin en geçerli güdüm mekanizmasıdır. Bir devrin tarihi, en az yüz yıl sonra yazılırsa ”gerçek tarih” olur. Gerisi reklam ve propaganda malzemesidir.

“Çocuklarımızın durumu bugün ne haldedir” dersek, cevap halâ iç açıcı değildir.  23 Nisan, 1929 yılında “bayram” olarak çocuklara armağan edildi. Lakin geçen 91 yıla rağmen ülke çocuklarının büyük bölümü, bırakın bayramı yaşamayı, arifeyi dahi yaşayamıyor. Çocukların dertleri ülke ölçeğinde olduğu kadar, hatta daha fazlasıyla dünya ölçeğinde de çözülmüş değil.

  • Ülkemiz çocukları için eğitimde fırsat eşitliğini halâ tam olarak sağlamış değiliz. Bir dönem yurdumuzun bazı bölgeleri öğretmenler için “sürgün yeri” kabul edilirdi. Şu ya da bu gerekçelerle soruşturma geçirenler, o bölgelere gönderilmek suretiyle cezalandırılırdı. Aynı şekilde yeni mezun olup henüz pedagojik tecrübe kazanmamış öğretmenler de genellikle aynı yerlere gönderilirdi. 1973 yılında yeni mezun öğretmen olarak tayin edilip 6 yıl görev yaptığım Bitlis Tatvan Lisesinde bu durumu yaşayarak gördüm.
  •  
  • Köy-kırsal kesim çocuklarımız kâh maddî imkânsızlık, kâh başka sebeplerle ilköğretimden sonra eğitime devam edemezlerdi. Bu kadar gayrete rağmen şimdi bile öyle değil mi? Hâlbuki o kesimin içinde son derece zeki, yetenekli ve gayretli beyinler mevcuttur. Öğrenim fırsatı bulsalar, belki bir değil bin tane Aziz Sancar, Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu yetiştirir bu ülke.
  •  
  • Gerek köy-kırsal kesim, gerekse kentlerin yoksul aile çocukları lise ve yükseköğrenime devam edemeyince mecburen çocuk yaşta çalışma hayatına atılmakta. Sonuç, UNİCEF’in de gündeminden hiç düşmeyen “çocuk işçiler”  kesimi ortaya çıkmakta. Halen dünya genelinde 152 milyon, ülkemizde de 2 milyondan fazla çocuk işçinin çalıştığı, bunun her geçen gün arttığı bilinmektedir. Ne yazık ki çalışma şartları, yaşadıkları ortam, sağlık ve sosyal güvenceleri, aldıkları ücret gibi imkânlar genellikle asgari insanî ihtiyaçları karşılamaktan uzaktır.
  •  
  • Ülkemizde çalışan çocukların durumunu iyileştirmek için yasal adımlar atılmış olup, pek çok mevzuat da vardır. Ancak çözüm, mevzuatla birlikte, ülkenin sosyoekonomik yapısının çocuklar lehine dönüşümüyle mümkün olacaktır.
  •  
  • Bu olumsuz şartlar gündeme ister istemez çocuk suçları ve suça sürüklenen çocukları getirmekte. Son yıllarda çocuk suçlarında patlama var. Biraz aşağıda bazı rakamlar vereceğim. Aydın Adliyesi’nde 30’dan fazla soruşturma dosyası olan bir çocuk tanıyorum. Çoğu çocuğumuz ilk işlediği fiilin idrakinde bile değil. Karıştığı bir iki olaydan sonra suç makinası haline geliyor. Ne kadar çabalasak da caydırıcı ve ıslah edici bir ceza politikası oturtamadık. Ne yazık ki asıl suçlu onlar değil. Sistem ve toplum olarak onlara düzenli bir aile ortamı sunamıyoruz. Maddî, manevî ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayamıyoruz. Eğitim öğretim imkânı veremiyoruz. Böyle bir çocuk daha iyi imkânlara sahip akranlarını görüp, ergenliğin de yüklediği adrenalin ile suça atlayıveriyor. Ve suç, bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
  •  
  • 2005 yılından sonraki düzenlemeden sonra çocuk suçları çocuk mahkemelerinde muhakeme edilmeye başladı. Bu mahkemeler kısmen özel mahkeme şeklinde görev yapıyor. Elimde Adalet Bakanlığı resmi sitesinden aldığım 2018 yılına ait 1 yıllık rakamlar var. Çocuk Ağır Ceza Mahkemelerinde açılan dava sayısı 2 bin 18, normal Çocuk Mahkemelerinde açılan dava sayısı 75 bin 615. Bu sayılar tespit edilebilen failler.  Faili meçhul olayların faillerini de hesaba katarsak çocuk suçlarındaki vahim düzeyi daha iyi görürüz. Bu hesapla 10 yılda nerdeyse 1 milyon suçlu çocuğumuz olacak demektir. Bu çocuklar bu şart ve döngü içinde ergin hale geldikleri için sonraki yıllarda da suç eğilimleri alışkanlık haline gelmiş oluyor. Onların çocukları da suç ortamında büyüyünce ne yazık ki ortaya şiddetli bir suç-birey sarmalı çıkıyor.
  •  
  • Suçlu ile mücadele etmek yerine suçu doğuran şartlarla mücadele edip o şartları değiştirmediğimiz müddetçe bu sarmal sürecektir. Barınacak bir yuvası, yiyecek aşı, sevecek eşi olan biri suç işlemeye çekinir. Çünkü kaybetmeyi göze alamaz. Kaybedecek şeyi olmayan ise pervasızca suça atlar.
  •  
  • Ceza evlerinde tutuklu ve hükümlü anneleriyle birlikte kalmak zorunda olan çocuklarımızın hali başlı başına acı bir tablo. Ayrı bir inceleme ve yazı konusu.

Günümüz dünya çocukları çok daha perişan durumda. Açlık, yoksulluk, sefalet, en önemlisi de savaşlar en çok da çocukları vuruyor. Hele son yıllarda savaşların sebep olduğu göç dalgası nedeniyle, çok ciddi problemlerle karşı karşıya kalacağız.

Çocuklarımıza insanca yaşayabilecekleri bir ortam hediye edemezsek, 23 Nisan hediyesinin pek de önemi kalmaz.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum