Efendi BARUTÇU

Efendi BARUTÇU

Türk Milliyetçiliğinin Medeniyet Ufku

"Genç Aydınlar Buluşmaları" nın 3.sünde Değerli Fikir adamı Prof. Dr..Levent Bayraktar hocamızı misafir ettik Türk "Milliyetçiliğinin Medeniyet Ufku" Başlıklı çok ihatalı geçen konuşmasında Levent hocamız özetle şunu söyledi :

levent-bayraktar.png

" TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN MEDENİYET UFKU"

Levent BAYRAKTAR

(Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü)

“Türk Milliyetçiliğinin Medeniyet Ufku” temasını irdelemeye çalışacağım. Bu doğrultuda medeniyetin ne olduğunu, medeniyetin kaynaklarını, medeniyetin nasıl gerçekleşebileceğini, medeniyetin nasıl ihya ve inşa edilebileceğini ve bu bağlamda hangi değerlerle medeniyeti düşünmemiz gerektiğini bir parça olsun tartışmaya çalışacağım ve sonunda da yapabilirsem yeni bir medeniyetin inşası için hepimize düşen görevlerin neler olduğunu söylemeye çalışacağım.

İlkin kavramları analiz etmekle başlayabiliriz. Bu bağlamda medeniyetin ne olduğunu sorgulayabiliriz. Medeniyet, sıradan bir insanlık başarısı değildir. Ve medeniyet, tesadüfen kurulacak ya da kurulmuş olan bir organizasyon da değildir. Medeniyet, insanın dünyaya bilinçli ve anlamlı yöneliminin bir sonucudur. Yani hiçbir medeniyet, tesadüfen kurulmuş ya da kurulabilecek bir gerçeklik değildir. Medeniyet, bilgi ile kurulur, medeniyet ilim ile kurulur, irfanla kurulur, değerlerle kurulur ve özgür, reşit şahsiyetler üzerinden de hem kendi bilincini elde eder hem de bu özgür özneler üzerinden kendisini devam ettirecek nesilleri inşa eder. Demek ki medeniyeti düşünmeye başladığımız andan itibaren birkaç şeyi beraber düşünmeliyiz. Çünkü medeniyet ve insan birbirlerinin aynasıdır. Medeniyet bir insanda yansıdığı gibi insan da bir medeniyet içerisinde bir medeniyet ortamı içerisinde kendisini bulur ve gerçekleştirir. Öyleyse şunu fark ediyoruz, insan da, medeniyet de, tesadüfen oluşabilecek ve kendi kaderlerine terk edilebilecek bir gerçeklik değillerdir.

Medeniyet hem bir düşünce (kuram) hem de bir inşa (eylem) alanıdır. Mutlaka üzerine düşünmek, bilinç sahibi olmak ve bu bilinç üzerinden de inşa edilebilir bir gerçeklik olduğunu tanımak gerekir. Böylece medeniyetin, bilgiyle, ilimle, irfanla, değerle doğrudan doğruya ilişkisi açığa çıkar. Çünkü medeniyet; insanların kendilerini gerçekleştirdikleri entelektüel ve manevi bir ortamdır, bir varoluş alanıdır. Bu aynı zamanda maddi ve manevi bir organizasyondur. Dolayısıyla medeniyetin mutlaka sahih ilimle, sahih hikmetle ve sahih değerle kurulmuş olduğunu fark etmek gerekir.

Sahih bilgi ne demektir bunu bir parça açalım. İnsanın bütün anlamlı faaliyetleri, bir tarz bilgi üzerine kuruludur. Bilgi; insanın kendisine veya kendisinin dışındaki ortama, tabiata, varlık alanına yönelimi sonucunda açığa çıkmaktadır. Yani bilgi ve hikmet dediğimiz o şey; insanla, insanın yönelimiyle beraber açığa çıkıyor. Bilgi ve hikmet, insanın özne olduğu, insanın varlığa katıldığı, insanın emek verdiği ve bu emeğinin neticesinde de bir yöntem dâhilinde elde ettiği bir üründür, bir birikimdir, bir kavrayıştır. Böylece medeniyet, tesadüfen ortaya çıkmadığı gibi ilim, irfan, hikmet ve hakikat de kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Sayılan medeniyet unsurlarının ortaya çıkabilmesi için, ortada reşit bir öznenin olması gerekiyor. Bu reşit öznenin varolabilmesi ve inşa edilebilmesi için de özel bir eğitim, özel bir çaba ve özel bir ortam gerekiyor. Bir aile ortamı, bir ilim ortamı, bir sevgi ortamı, bir rahmet ve hakikat ortamına ihtiyaç duyuluyor. Öyleyse bu ortamların anlaşılmasına, bu ortamların bütün bir yurt çapında yaygınlaşmasına ihtiyacımız vardır. Ayağa kalkmak için, kalkınmak için, varlığımızı idame ettirmek ve anlamlandırmak için sahih mahfillere ihtiyacımız var. Çünkü bu mekanlar bize bir yandan kim olduğumuzu ne olduğumuzu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu, tarihimize karşı, vatanımıza karşı, insan olmaklığımıza karşı vazifemizin, borcumuzun ne olduğunu ve bunu hangi değerler üzerinden, hangi başarılar üzerinden gerçekleştirmek, tahakkuk etmek zorunda olduğumuzu anlatıyorlar.

İnsan olmak da aslında bir süreç işidir. İnsan suretiyle dünyaya gelmiş olmakla insan olmaklığımızı tahakkuk ettirmiş olmuyoruz. İnsan olmaklığımız mutlaka gerçekleştirilmesi gereken, mutlaka olgunlaştırılması gereken, üzerimizde bir vazife ve borç olarak duruyor. Ve bunu gerçekleştirme imkânımız da vatan coğrafyamızla, ilmimizle, irfanımızla, kültürümüzle bütünleşerek onun somut bir şahsiyeti olarak, onun bir timsali olarak kendimizi reşit özneler olarak inşa etmemize bağlı. Dolayısıyla bütün insani faaliyetlerimizin bir anlam ve değerden kaynaklandığını ve bir bilgiden kaynaklandığını fark ediyoruz. Demek ki bilmeye mecburuz, bilmeye mahkûmuz. Ve bu bilmekliğimiz de hem dış dünyayı bilmek hem kendimizi bilmek hem de bütün bir âlem varlığını, manasını kavramaktan geçiyor. Sadece dış dünyayı bilmekle sadece bilimsel bilgi elde etmekle de yetinilemiyor. Çünkü o bilginin ne adına ve ne için kullanılacağı, onun ne olduğundan çok daha önemli. Zira günümüz dünyasında insanoğlu, bilgi ile bir imtihan geçiriyor. Bilgi ile tahakküm ediliyor. Bilgi üzerinden coğrafyalar sömürülüyor. Bilgi üzerinden insanların ruhları bedenlerinden ayrıştırılıyor. Emperyalist güçler, bir takım yerlere özgürlük götürmek adı altında, binlerce yıllık kültürü, medeniyeti yok ediyorlar, insanların hayatlarına kastediyorlar ve özgürlük dedikleri şey en sonunda kan ve gözyaşı oluyor.

Bizim medeniyetimiz elbette böyle bir özgürlüğü böyle bir muameleyi reva görecek, hak görecek bir medeniyet değildir. Bizim medeniyetimiz; gücün hak değil, hakkın güç olduğunu tanıyan, hakka tabi olmayı özgürlük bilen bir medeniyettir. Zira o, bugünün dünyasının her zamandan çok ihtiyaç duyduğu değerleri ülküleştirmiş bir medeniyettir. Yani dünyaya insan olarak gelmiş olmanın ne demek olduğunu kavramaya çalışan, birlikte yaşamanın ne demek olduğunu öğretmiş olan bir medeniyettir. Fakat bu medeniyetin sadece tarihte elde etmiş olduğu başarılarla yetinilemez. Çünkü bugün dünyanın içinde bulunmuş olduğu durum, yeniden bu birlik medeniyetini inşa etmeyi, yeniden bu mana medeniyetini, rahmet medeniyetini, merhamet medeniyetini inşa etmeyi zorunlu kılıyor. Etrafımızdaki coğrafyaya baktığımızda da bunu Türklerden başka yapacak herhangi bir adayın olmadığı görülüyor. Öyleyse vatanımız üzerinde, yurdumuz üzerinde, Türkiye’miz üzerinde hem millî hem manevî, kutsal bir emanet duruyor. Yeniden bu dünyayı İla-yı Kelimetullah ve Rıza-yı İlâhî adına yeşertmek, yaşanabilir kılmak ve mamur etmek ideali tahakkuk ettirilmelidir. Biz bu ideali sadece kendimiz için istemiyoruz. Bu ideali, birlikte, beraber yaşayacağımız bir dünya toplumu olabilmek hatta bütün bir kâinata rahmet ve merhamet olarak tecelli etmek namına istiyoruz. Öyleyse hiç vakit kaybetmeden milliyetçiliğimizin, medeniyetçilik ve insaniyetçilikle bütünleştiğini görmeliyiz. Zira Türk Milliyetçiliği; bir ayrılıkçılık, bir bölücülük, bir etnikçilik değildir. Olması da mümkün değildir. Çünkü kodları, inşası, genetiği buna manidir. Türk milliyetçiliği, bir medeniyet projesidir. Türk milliyetçiliği, bir dünya barışı projesidir. Türk milliyetçiliği, insan olmak bakımından dünyaya gelmiş olmamızın nasıl tahakkuk edeceğini hangi değerler üzerinden gerçekleşeceğini ve dünyaya nasıl yaşanılabilir örnek bir toplum ve kültür sunabileceğimizin ülküsü, hayali, tasavvuru ve sembolüdür.

Öyleyse niçin milliyetçisiniz, milliyetçilikten ne bekliyorsunuz diye sorulduğunda biz yeryüzünü mamur kılmak için, yeryüzünü yaşanılır kılmak için, yeryüzünde hakkı hâkim kılmak için milliyetçiyiz. Ve bu milliyetçiliğimizin bir ötekisi yoktur. Türk milleti / milliyetçiliği hiçbir halkın, toplumun ötekisi değildir. Çünkü İla-yı Kelimetullah’ı yani Allah’ın adını yükseltmeyi ve yüceltmeyi dava edindiğinizde sizin hiçbir mahlûkatla veya hiçbir toplumla öteki ilişkisi kurmanız mümkün değildir. Ne diyor koca Yunus; “sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san, dört kitabın manası budur eğer var ise” ve “gelin tanış olalım işi kolay kılalım sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz” diyor. Dolayısıyla bizim medeniyetimizin köklerini, Yunus’un ortaya koymuş olduğu bu sevgi, rahmet ve şefkat gibi medeniyet değerleri oluşturmaktadır. Ve bu medeniyetin yine ilimle, irfanla bütünleşerek kendisini bütün bir cihan için bir değer koyucu ve koruyucu olarak kurması söz konusudur. Nitekim ilimsiz gidilen yolun sonu karanlıktır diyor büyükler. Yolumuzun ilimle aydınlanması gerekiyor ve bu ilim kavramının da İslam felsefesi ve İslam ilim tasnifi teorisinden edindiğimiz üzere iki kutbu vardır. Yani bizde ilim denildiğinde sadece fizik, matematik, fen bilimleri kastedilmez, bir yandan akli ilimler bir yandan da nakli ilimler kastedilir. Bugünkü dünyanın geçirmiş olduğu buhran, belki de sadece akli ilimleri var sayması ve nakli ilimlere ve hikmete sırtını dönmüş olmasıdır. Böylece kutsalın kaybolmuş olduğu, boşluğu, sadece maddenin doldurduğu bir yenidünya düzeni içerisindeyiz. Bu yenidünya düzeni, hâkim olmak istiyor, tahakküm etmek istiyor. Kapitalizm üzerinden bütün bir dünyayı kendisinin pazarı kılmak istiyor. Ve dünyanın her yerini her yerine benzeterek insanlarını da herkesleştirmeye çalışıyor. Oysaki insan herkesleşerek varolabilecek bir varlık değildir. İnsan kendisi olarak varolabilir. Başkası olduğu zaman o artık insan değildir.

Dolayısıyla başkası olarak var olmaya çalışmak bir paradokstur. İnsan ancak kendisi olarak varolabilir. İnsan, kendi tarihiyle, kendi hafızasıyla, kendi değerleriyle ve kendi idealleriyle bütünleşerek kendisi olabilir. O zaman şunu fark ediyoruz ki gerçekten de bir Milli Mefkûre Mektebine ihtiyacımız vardır. Gerçekten de milli mefkûreyi hâkim kılmak için çalışmak, gayret göstermekten başka bir çıkar yol yoktur. Ve o yüzden ilimle irfanın birlenmesi gerekiyor. Çünkü ilimsiz ve irfansız gidilen yolun sonu karanlıktır, felakettir. İlim bize dünyayı öğretiyor, varlığı öğretiyor. Ama bu ilim, insan üzerinden dönüp kendisini anlamak, anlamlandırmak, kendisini bilmekle taçlanmadığı sürece insana zulüm ediyor. Öyleyse ilmin, irfanla bütünleşmesi gerekiyor. İrfan dediğimiz o hikmet ise en başta kişinin kendisini bilmesi, kendisini bilmek suretiyle rabbini bilmesi, rabbini bilmek suretiyle de bütün bir yaratılmışa rahmet olması şefkat olması anlamına geliyor. Böyle bir birlik medeniyetine ihtiyacımız var. Bu birlik medeniyetinin temelinde birlik ideası bulunuyor. Birlik ideası dediğimiz şey tevhit akidesi, vahdet akidesidir. Çünkü yaratanın birliğinden bu evrenin var olduğunu, muhabbetten Muhammed’in hâsıl olduğunu, Muhammedisiz muhabbetten ne hâsıl olduğunu sorgulamamız gerekiyor. Öyleyse bütün bir varlık nizamının Hazret-i Peygamberin nurundan yaratılmış olduğunu onun da Allah’ın şefkat, rahmet, merhamet lütfundan, kereminden sadır olmuş olduğunu hatırlamamız gerekiyor. İşte bizim medeniyetimizin dünyaya sunmaya talip olduğu değerler bunlardır. Şefkattir, rahmettir, merhamettir. Dolayısıyla biz başkasını ezmek için değil ezilmemek için, hakkı ve hakikati hâkim kılmak ülküsünün peşinde olmalıyız.

Toparlamak gerekirse; Atatürk’ün söylediği gibi bir tek şeye ihtiyacımız var o da çalışkan olmak. Çünkü bugünün dünyasında oturmanın, dinlenmenin abesle iştigal etmenin zamanı geçmiştir. Günümüzde değişen haritalar, coğrafyalar ve dağılmış toplumlar, şehirler, devletler bunun dünya üzerinde bir proje olduğunu gösteriyor. Eğer bu projenin bir nesnesi olmak istemiyorsak, yeniden titreyip kendimize dönmek ve o büyük davaların, büyük ideallerin insanları olmamız gerektiğini fark etmeliyiz. Büyük davaların insanları olmak, büyük hazırlıklar gerektirir. Büyük hazırlıklar bedel ödemeyi gerektirir. “İki günü eşit geçen zarardadır” hükmü gereğince her an yeniden doğmak, sürekli bir teyakkuz halinde olmak icap ediyor. Teyakkuz halinde olmak; insana uyanık bir bilinç vermelidir. Bu bilinci tefekkürle elde etmek zorundayız. Çünkü tefekkürsüz, ilimsiz gidilen yolun sonunun karanlık olduğunu söyledik. Öyleyse bizim yeniden bütünleştirici, birleştirici büyük bir davayı, büyük bir medeniyet idealini bayraklaştırmamız gerekiyor. Bunu bayraklaştırabilmek için de, kendimizi o doğrultuda reşit özneler, reşit şahsiyetler olarak ihya ve inşa etmemiz gerekiyor. Çünkü her şey insanla başlıyor. Ve her şey o bir insanın yaktığı meşale ile, uyandırdığı çerâğ ile başlıyor. Bir kişiden ne olur diye düşünmemek gerekir. Bir kişinin çok kişi olduğunu, o kişinin kendi içerisinde bulmuş olduğu, yakmış olduğu hak ve hakikat ateşinin, bütün bir cihanı sarabileceğini, sarmalayabileceğini unutmamak gerekiyor. O yüzden kendimizden ümit kesmeyelim, kendimizi hakir, küçük, hor görmeyelim.

Şimdi büyük şair Arif Nihat Asya’nın millî ve manevî emaneti ve telkinine kulak verme zamanıdır.

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan

Yürüyeceksin… Türklük yürüyecek arkandan !

Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan ....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;

Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Kendimizi yeniden bu kudrette, bu güçte, bu imanda bulmak ümidi ile hepinizi saygıyla, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum. Varlığınız için teşekkür ediyorum. "

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.