
Mehmet EROĞLU
Yüzbaşı Faruk: Bir onurun öyküsü
Yıl: 1920 | Yer: İşgal altındaki İstanbul
Emre rağmen bir İngiliz subayını selamlamadığı için görevden affını isteyen bir yüzbaşı...
Apoletlerini masaya bırakıp çıkan bir Türk subayı:
“Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!”
Ve ardından...
Bayrağa sarılı tabutlarda Anadolu’ya silah kaçıran bir akıl,
İşgal kuvvetlerine kolera raporlarıyla tuzak kuran bir plan,
Ve karanlıkta İnebolu’ya yol alan bir umut motoru...
Bu bir kurşunsuz direnişin,
Bir onur mücadelesinin,
Bir avuç yorgun ama inançlı insanın Anadolu’ya taşıdığı bağımsızlık ateşinin öyküsüdür.
Buyurun, öyküyü birlikte okuyalım.
Sene 1920.
Sıcak bir Temmuz günü, kapıyı çalarak toplantı salonuna giren yaver seslendi.
-Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.
-Al içeri.
Nazır Ziya Paşa subaylara bilgi verdi, “az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.”
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam Verdi.
-Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazır önündeki bir yazıya bakarak yumuşak bir sesle :
-Oğlum” dedi. Dün akşam Beyoğlu’nda İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?
-Evet efendim, doğru.
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
-Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?
-Hayır efendim gördüm. Nazırın canı sıkıldı:
-Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.
-Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
-Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım.
Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı.
-Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum. Nazır bıkkınlıkla:
-Söyle bakalım, dedi.
-Balkan Savaşı’nda teğmendim. Çanakkale’de üstteğmen. Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem.
Harbiye Nazırı bozuldu, “anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.”
Yüzbaşı sükûnetle “anladım efendim”, dedi. Apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı, “artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!”
Başıyla selam vererek kapıya yürüdü.
Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.
Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan büyüktü.
Gözleri dolu, yüzbaşıya selam durdular.

Nalıcılar Yokuşundaki türbenin arkasındaki avluda geniş omuzlu, koca elli, palabıyıklı bir adam, yerde duran iki açık tabuta makineli tüfeklerin parçalarını özenle yerleştiriyordu. Yüzbaşı Faruk “Tüfeklerin durumu iyi mi Haydar Çavuş” diye sordu. Irak’da silah arkadaşlığı yapmışlardı. “İkisi de zehir gibi yüzbaşım, daha çok iş görür bunlar.”
“Sen ne zaman Anadolu’ya geçeceksin?”
Haydar çavuş kırgın önüne baktı. “Soruşturdum beyim, bizi çağırmıyorlar”.
Haklıydı. Ankara hükümeti, yıllardan beri cepheden cepheye koşturulan bu yorgun kuşakları, silah altına çağırmıyordu. Çünkü elde yeni birlikleri donatacak kadar silah da yoktu, cephane de. Çoğu da sakattı. Belki yetkililer, savaşa doymuş bu eski askerlerin çağrıya uymayacaklarından da çekinmekteydiler.
Küçük camiinin ak sakallı imamı avluya girdi. “İstediklerini hazır ettik oğul” diye seslendi. Arkasında güvenilir mahalleliler vardı. Haydar Çavuş aceleyle tabut kapaklarını kapatıp, sıkıca çiviledi. Biri tabutların üzerine, kaç zamandır sandık dibinde sakladıkları için kırışmış bayrakları serdi.
Binbaşı Ekrem ile İhsan, Faruk’tan gelen haber üzerine Divan Yolu’nun ağzımda bekliyorlardı. İkisi de gözlerine inanamadı.
Faruk bayrağa sarılmış iki tabutu taşıyan küçük cemaatin önüne geçmiş, sırtında imamın cübbesi, başında beyaz sarık, ağır ağır yürüyerek yaklaşıyordu. Bir işgal devriye kolu, komutanının emri üzerine durup cenazeleri ve Yüzbaşı Faruk’u saygıyla selamladı. Faruk’un ağzı belli belirsiz bir gülümseme ile kıvrıldı. Cenaze alayı, Ayasofya’ya doğru, rast geldiği İngiliz subaylarının selamları arasında uzaklaştı.
Makineli tüfekler biraz sonra, Ayasofya’nın arkasında yanmış bir konağın enkazında oturan alaylı Teğmen Ahmet Ağa’ya teslim edilecek, onun sandıkladığı silahlar, iş makinesi, hurda demir, değirmen taşı diye kapalı adı Zafer Ticarethanesi olan İnebolu Menzil Komutanlığına sevk edilecekti.
Ekrem keyifle “Vay delifişek” dedi, “dediğini yaptı”. Üstelik yüksek rütbeli İngiliz subaylarına kendini de bayrağı da selamlattı.
İhsan sözünü fazlasıyla yerine getiren Faruk’u gıpta ile izliyordu. Olacakları düşününce heyecandan midesi kasıldı. Dr.Hasan, önüne geleni veba şüphesiyle hastaneye sevk etmişti. Haydarpaşa Hastanesi’nin tahlil sonuçları anlaştıkları şekilde, bugün Selimiye Komutanlığı’na bildirilmesi gerekiyordu.
Hastaneye sevk edilmiş yirmi sekiz erin kolera olduğunu bildiren yazı, Sultan Selim’in odasına yerleşmiş olan kibirli İngiliz Komutanın önüne öğleden sonra geldi. Panikleyen İngilizler hiç vakit geçirmeden Selimiye’yi boşalttılar.
Meydan Türklere kalmıştı.
Dağ telsizlerinin yerleştirildiği açılmamış sandıklar, hemen o gece bina dışına, talimhanenin duvarı dibine taşındı. Sabahleyin de Bursalı Osman Çavuş, telsiz kamyonlarının kapaklarını menteşelerinden sökerek, mühürleri bozmadan içlerini boşalttı. Becerikli çavuş bir yandan çalışıyor, bir yandan da Libya’da silah arkadaşlığı yaptığı İhsan’a takılıyordu. “Teğmenim maşallah hiç değişmemşsin, hala yakışıklı bir delisin.”
Depolarda işe yarar ne varsa yıldırım hızıyla sandıklandı. Talimhane duvarı dibinde 20 büyük, 75 küçük sandık birikmişti. İhsan Bey Haydarpaşa hastanesinden bir sıhhiye arabası istedi. Hava kararır kararmaz erler, büyük sandıkları arabayla, küçük sandıkları sırtlarında iskeleye taşıdılar. Rastladıkları iki İngiliz nöbetçiyi susturup bağladılar.
Eski bir deniz subayı olan Korsan Murat Reis’in ışıkları söndürülmüş büyük motoru, iskeleye yaklaşmış bekliyordu. Başına iş açılacağından korkarak direnmeye yeltenen gümrükçü Halil’i silahla ikna etmek gerekmişti. Sandıklar motora yüklendi. Yüzbaşı Hikmet, Üsteğmen Hakkı ve o sabah nikahlandığı eşi Fahriye Hanım motora atladılar. Oynanan oyun birkaç gün içinde anlaşılacağı için artık İstanbul’da kalmaları mümkün değildi. Dr. Hasan da ilk fırsatta Anadolu’ya geçmek için Selimiye’yi terk etmişti.
Hakkı’yla Fahriye Hanım’ın durumunu öğrenen deryadil Reis neşelendi. “Biz de düğünü bu gece deniz üstünde yaparız. Kamaramı gelinle güveye veririm.”
Motor sessizce iskeleden ayrılarak burnunu Boğaz’a çevirdi. Dikkat çekmeden düşman zırhlılarının arasından geçip Karadeniz’e çıkmaya çalışacak, devriye gezen Yunan savaş gemilerine yakalanmazsa, ertesi gün İnebolu’da olacaktı.
Turgut Özakman

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Keyifle gurur duyarak okudum.
Yanıtla (0) (0)Ruhları şad olsun.
Kalemine sağlık üstadım.