Nebil ALPARSLAN

Nebil ALPARSLAN

Bir dünya istiyorum

Bir dünya istiyorum.

Ve bir memleket özlüyorum bu dünyada.

Güvercinler zeytin dalları getirse ta uzaklardan. Ötelerden. Sonra barışın çelengini dizseler en yeşilin de yeşili yapraklardan… 

Ve usulca bıraksalar önümüze.  

Barış ekseler, merhamet dökseler, sevgi salsalar katılaşan kalplere güvercin dokunuşlarıyla. Vefasız gönüllere sürur, taşlaşmış kalplere merhamet, kaskatı yüreklere ipil ipil nedamet dolsa

Geceler ve gündüzler boyunca…

Bir guguk kuşu ötse çok uzaklarda, mor dağların başında. Bir şahin pençesinin ya da bir kartal gagasının korkusundan uzak.

Güvenle ve özgürlük içinde.

Sırtlanlar çullanmasa yemyeşil çayırlarda nimet devşiren kuzucuklara.

Karlı kış gününde sahibinin azatladığı yılkı atı, kendi boyundaki bahar otlarının arasından haykırsa hoyratça… Olanca dinçliği, olanca çevikliği ile.

Ve sahibi varsa yanına, nedametle boynuna sarılıp götürse yeniden ahırdaşlarının yanına.  

Yunuslar müfreze oluştursa masmavi berrak derinliklerde. Horon tepseler dalga ritminde yakamozlar içinde.

Güverteden uzanan bir çocuk eli dokunsa onlarca yunus gagasına.

Biraz ürkek, biraz meraklı.  Lakin alabildiğine dostça.

Tavşanlar yemyeşil ormanlardaki yuvalarında bekleşen yavrularına turuncu havuçları götürebilse korkusuzca. Kor alevlerin kızgın yangınlarından emin şekilde.

Yanmasa ormanlar barındırdıkları milyon kere milyon nice nefesle beraber. Kapkara dumanlar yükselmese masmavi göklere.

Mor dağlar kış aylarında bembeyaz gelinliğini giyse, kırk gün kırk gece sürse kar ile dağın taşın gerdeği. Sonra gürül gürül bir cümbüşle çağlayanlar aksa vadilerden ovalara, yaylalara.

Dolsa testileri, sarnıçları, küpleri, sürahileri lebalep tabiatın.

Başaklar daneye dursa.

Kırlangıçlar yuva yapsa evlerimizin hayatlarına. Annelerinin gagasındaki bir lokmacık nevaleyi bekleyen yavrular, arada bir ürkekçe başlarını uzatsalar yuvalarının kapısından. Evimizin küçüğü konuşsa onlarla yerden çocukça bir lisanla.

Hayıtlar, kestaneler, kekikler, karganlar, karabaş otları, narpızlar çiçeğe dursa. Âlem bir renk cümbüşü ile hercümerç iken uçuma geçse bal yapanların en çalışkanları. Hem de en fedakârları. Kendi yiyeceklerinin kat be katını milyarlarca çiçekten devşirip sofralarımıza hediye eden arılar. Yüce kitabımızda kendileri için Allah’ın özel bir bölüm ayırdığı kanatlı sanatkârlar.

Kara gözlü, kar gibi apak kuzular melemelerle beklese ağıllarında günbatımı annelerini. Her akşam evlerimizin önü anneyle kuzunun özlemle kavuşmasına sahne olsa. Kuzular koşarak yapışsa annelerinin bereket yüklü memelerine. Gündüzün yorgunluğundan bitap düşüp ilk bulduğu yere uzanıveren sürünün çobanı karabaş, patilerinin üstüne koyduğu yorgun başıyla selamlasa bu kavuşmaları.

Ve yeni yürümeye başlayan evin minik kızı, düşe kalka ilerleyip sevgiyle okşasa annesiyle buluşan minicik kuzusunun kulaklarını.

Kediler bir günlüğüne farelerle arkadaş olsalar. Çizgi film kahramanları Tom ve Jerry misali koşuştursalar oradan oraya.  Bir anne köpek, anneciğini trafik canavarının ezdiği bir kedi yavrusunu emzirse kendi yavrularıyla beraberce.

Ve Sonra;

Kara kılçıklı buğday başakları hasada hazır hale gelse. Gürgen saplı yabalarla tınaz başına geçen yağız delikanlılar bir türkü tuttursa.

“Harmana serdiler sarı samanı”.

Zeytin ağacının gölgesinde bir ozan dokunsa bağlamanın teline usulca,

Bozkırın tezenesi ustalığında.

Gelin kızlar gergef başında nakış nakış  gönüllerini işleseler ipeklere.

Bir turna kanadına bağlayıp gönderseler gurbetteki yavuklularına.

Halikarnas  sahilinden sünger avcıları açılsa denize. Halikarnas Balıkçısı rıhtımdan haykırsa, bereket niyetine:

“Aganta Burina Burinata” !

Temel, Dursun’la aradaki husumete son verip emektar taka ile beraberce dümen kırsalar Karadeniz’in hırçın dalgalarına.  Fadime bildiği duaları bitirdikten sonra “rasgele uşağum” dese arkalarından.

Çocukluğumuzda bahar aylarında adım başı rastladığımız keklik palazları yine kaçışsalar kırlarda bayırlarda telaşla, küçücük ürkek adımlarıyla sağımızdan, solumuzdan.

Uzun bacaklı yaz dostlarımız gaga taktaklarını sürdürse bacalarımızın tepesinde.

Karabataklar dalların en ucunda kalmış kapkara zeytin taneleri için birbirleriyle yarışsalar havada.

Ovalar çölleşmese. Vatan toprakları heba olmasa, sürüklenmese deryalara.

Rahmet diye beklediklerimiz, felakete dönüşmese. Almasa seller can üste canlarımızı.

Denizler kirlenmese, nehirler kurumasa, göller çekilmese. Balıklar kumsallarda küme küme telef olmasa.

Ve insanımız, bizler yani;

Daha çok sevsek birbirimizi, hırçınlığımızı terk etsek, öfkemizi ötelesek.

Edepsizlikleri yok edip edebi kuşansak,

Letafet, nezafet, nezaket, zarafet havuzuna dalsak, güzelliklerin misk kokularıyla yuysak kirlerimizi.

Kin ve nefret söylemlerini, barışın, sevginin, hoş görünün kibar ve mütevazı üslûbuyla takas etsek.

Kibrimizi ayaklar altına alsak, sesimizi öfkeden arındırabilsek,

Mevlâna misali:

Hiddette ölü, cömertlikte akarsu, merhamette güneş gibi olabilsek.

Külfeti omuzlanıp nimeti paylaşabilsek,

Yalandan, iftiradan, nifaktan, fitneden uzaklaşsak,

Sıkılmış yumruk yerine bir demet gül uzatsak muhataplarımıza,

Yoksulluktan zenginliğe, nefretten sevgiye, hoş görüye, bencillikten bölüşmeye evrilebilsek.

Hele toplumun önderleri, yönetenleri, amirleri, ilim adamları olarak yapsak, yapabilsek bütün bunları.

Ardımızdan gelenler de bizleri örnek alsalar,

İşte o zaman:

Ötelerden o güzel ses yeniden çınlatacaktır kulaklarımızı:

“Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim

 Bir başkadır benim memleketim.”

 

           

           

                       

  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum