Kültür erozyonu

Buraya kadar ülkemizin ekonomik faaliyetlerinde karşılaştığı olumsuz kuşatmaya değinmiştik. Bu bölümde bu ekonomik olumsuzlukların ortaya çıkmasıyla insanlarımızın yaşantılarında ve toplum olarak kültürümüzde meydana gelen yıpranmalarına değinmek istiyorum Ben bu yıpranmaya doğrudan doğruya kültür erozyonu diyorum. 

Türk kültürü dediğimiz zaman bundan belli bir tarihe, dile, devlet kurma tecrübesine İslam medeniyetine, Anadolu ve balkan kültürü ile karşılaştıktan sonra Batı dünyası ile ilgili ilişkilere dayanan bir tarihi süreç anlaşılmaktadır. 

Türk milleti olarak göçebe bir milletten gelmekteyiz. Göçebe topluluklar sadedir, kanaatkârdır. Doğa ile iç içe yaşamaya alışkındır. Bu nedenle de toplumumuz özgürlüğüne düşkündür. Kendini koruma refleksi son derece ileri düzeyde gelişmiştir. Ulusumuz kendisine yönelen tehlikeye önceden sezebilir, onu bertaraf etmek için de canı pahasına gereken ne ise onu yapar. İşte bu milletimizin kalbinde bulunan milli şuurdur. 

Türkler dünya devleti kurabilen ender devletlerden biridir. Kurulan bu devleti altı yüz seneden fazla bir sene idare etmeyi başarabilmiştir. Bu da o kadar kolay bir iş değildir. Bir bayrak altında değişik Uluslardan oluşan toplulukları altı yüzyıldan fazla idare edebilmek tecrübe, bilgi ve cesaret ister. 

Tarihten gelen bu övünülecek yanımızın yanında zamanımızda artık durumların biraz değiştiğini de kabul etmemiz gerekmektedir. Şartlar eski durumlardan faklıdır. Artık dünyamız tamamen ekonomik saikle hareket etmektedir. Yenidünya düzeninde hâkimiyet tamamen zengin ve acımasız bir şekilde kapitalizmin sömürge çarklarını döndürebilen ülkelerin elindedir. Bu ülkeler artık gelişmelerini tamamlayamamış ülkeleri yarı sömürge haline getirerek kendi dünya görüşlerini zorla da olsa kabul ettirmektedirler. Görünüş ve tavsiyeler son derece insancıl ve demokratik görülmektedir. Ama bu ülkeler kurdukları sömürge kuruluşları vasıtasıyla sömürge politikaları ve çıkarlarını sürdürmeyi başarabilmektedirler. 

Bu dünya ekonomik sistemini ve yaşamını elinde bulunduran gelişmiş ülkeler azgelişmiş ülkelerin sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını çok iyi analız yapmaktalar ve bu ülkelerden yararlanabilmek için o ülkelerde karışıklık çıkarabilmekteler ve ay ekonomilerini krize sokabilmektedirler. Az gelişmiş ülkelerdeki etnik bazı grupların arasına düşmanlık sokarak bu grupları birlerine düşman yapabilmekte ve birbirleriyle kavga yaptırabilmektedirler. Örneğin Yugoslavya’da önce iç savaşı körükleyip, kargaşa ve iç savaş çıkardıktan sonra ülke paramparça olduktan sonra birden demokrasi havarisi kesilip demokrasi ve insancıl adıyla yaptıkları müdahale böyledir. Şimdi de ayni oyunları ülkemiz üzerinde oynanmak istenmektedir. 

Ülkemizde öncelikle kültür yozlaşması başlatılmış korkunç bir derecede yabancı hayranlığı başlatılmıştır. O kadar ki köy ve kasabalarımızın bile girişlerine “welkom” yazmaya, dükkânlarımıza “store” demeye başladık. Sokakta, dükkânlarımızın tabelalarına Türkçe cümlecik ve isimler yazmaktan utanır hale geldik. 

Atatürk, büyük devriminden sonra bu devrimin kalıcı olmasını sağlamak sonsuza kadar yaşamasını temin etmek için bazı kurumları kurmuşlardır. Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu gibi. Bu kuruluşların bir amacı aynı zamanda Türk insanına milli şuur aşılamak içindi. Türk insanı öncelikle kendisinin nereden geldiğini, kim olduğunu, atasının kim olduğunu bilmek zorundadır. Bir başka ulusun tebaası gibi kendisini hissettiği anda kendi milli şuurunu kaybetmiş demektir. Kendisini milli kökünden ayırıp ümmetçi bir sultanın altına girmesi bizim ulusumuzun tarih içindeki konumunu inkâr etmektir. İşte laiklik de bu konuda çok önemlidir. Çünkü insanlarımıza düşünce özgürlüğü tanımakta, onların kendilerini bilimsel ve somut olarak incelemelerini sağlamaktadır. Kurulan Türk Tarih Kurumuyla da milletin kim olduğu, nereden geldiği, tarih sahnesindeki inkâr edilemez yeri araştırılıp insanlarımızın kimliği ortaya konmaya çalışılmaktadır. 

Atatürk ve vatanseverler devleti kurduktan sonra gerçekçi ve dürüst hareket ederek kendilerinden önceki devleti idare edenlerin dış ülkelere olan borçlarını kabul etmişler ve bu borçları da son kuruşuna kadar ödemişlerdir. Dolayısıyla ekonomik açıdan da hiç kimseye karşı bağımlı olmamışlardır. Böylece tam bağımsızlık ilkesi gerçek anlamında onların sayesinde hayat bulmuştur. Bu sayede de kendi güçleri ve çalışmalarıyla da Ülkemizde çok kısa zamanda sanayileşme hamlesini başlatarak büyük sanayi kuruluşlarının kurulmasını sağlamışlardır. 

Bunları yaparken şunu gözden kaçırmamak gerekir ki Atatürk ve vatanseverler her hareketlerinde milletin görüşlerine ve onların sağduyusuna müracaat etmişler ve güvenmişlerdir. Oysa şu anda ülkemizdeki tabloya baktığımızda milletimiz kendini idare edecekleri seçerken kişiler yerine partileri ve veya parti liderlerinin düzenlediği listeleri seçmek zorunda bırakılmaktadırlar. Artık milletin temsil edilmesi ve milletin dediği söz konusu olmamaktadır. Bir başka deyişle milletin sağduyusuna ve ne dediğine bakılmamaktadır. 

Bu hale gelmemizin nedeni oluşturulan kültür erozyonudur. Kültür erozyonu, milli değerlerimize özellikle 1950’lerden sonra yapılan saldırılar sonucudur. Önce Atatürk’ün devrimi korumak amacıyla oluşturduğu bazı kurumları ortadan kaldırarak veya yapısını değiştirerek başladılar. Ülkemizin bünyesine uymayan ve kurtuluş savaşının temeli olan tam bağımsızlık ilkesinden uzak sosyal; ekonomik ve siyasal politikaları uygulamaktan çekinmediler. Zaman içersinde Atatürk düşünce ve ilkelerine karşı düşünce tarzı oluşturulması için bilimden ayrı düşünce sistemlerinin oluşmasının temellerini attılar. 

Şu anda da bin bir zorlukla oluşturulan ve kurulan sanayi ekonomik kuruluşlar, devletin faaliyetlerinin küçültülmesi adı altında elden çıkarılmaktadır. Özellikle elden çıkarılan bu tesisler ve kuruluşların arkalarından oluşan boşlukta yabancılar tarafından hemen doldurulmaktadır. Ekonomiye tamamen yabancı sermaye hâkim olmaya başlamıştır. Öyle ki batılı kapitalizmin sermaye kuruluşları ülkemize verdikleri borç ve faizlerinin geri alınabilmesi için ve kendi sömürge sistemlerini ülkemizde kökleştirebilmek için ülkemizdeki ekonomik ve sosyal politikaları bile kendilerdi uygulamaya başlamışlardır. 

Verdikleri borç karşılığında elde ettikleri faizlerin dışında alacaklarını garanti altına almak için faiz dışı fazla denen bir sistemi ülkemizde uygulamaktadırlar. Bu verilen borç ve faizleri geri almayı garanti altına alabilmek için devletin bazı harcama kalemlerinin sınırlandırılmasını, işçi ve memurlara verilmesi gereken zamlarda kısıntı yapılmasını, köylülerin ürettiği bazı ürünlere kota konulmasını veya bazı ürünlerin üretiminin yapılmamasını istemektedirler. 

Ülkemiz ekonomik krize sokulduktan sonra işsizlik çığ gibi çoğalmaya az gelirli kesimler gelir elde etmede zor durumlarda kalmaya başladılar. Bunların soncu ut da insanlarımız bazı kendilerine has değerlerini kaybetmeyle, egoistleşmeye, bireysel düşünceleri yanlış da olsa onu savunmaya, çalmaya, dolandırmaya ve kısa yoldan köşe dönücü yollara başvurmaya başladılar. Bu da kültürümüzün yok olmaya başlamasının en korkunç gerçeklerinden biridir. 

Bilhassa bölgeler arasındaki dengesiz kalkınma nedeniyle ülkede bölgeler arasında nüfus göç hareketleri başladı. Kırsal kesimden şehirlere doğru çok büyük bir göç oldu. Dolayısıyla şehirlere göçün getirdiği sorunlar büyük şehirlerimizde kendini göstermeye başladı. Eğitim, sağlık, iş bulma sorunları çığ gibi büyümeye başladı. Öyle ki insanlarımız adeta rüzgârın önündeki yaprak gibi oraya buraya toplu şekilde savrulmaya başladılar. Toplu şekilde çılgınca şeyler yapmaya başladılar. Örneğin bir sanatçının şarkı söylerken kendilerini toplu şekilde jilet atan genç toplulukların çılgın hareketleri çok olumsuz bir olgudur. Sanki bu topluluk toplu şekilde kendilerini jiletlerken zevk alır hale getirildiler. İnsanlarımız çalışarak hayatlarını çalışarak ve bazı ahlaki normlara sahip olarak hayat seviyelerini yükseltecekleri veya bir meslek sahibi olacakları yerde, piyangocu lotaryacı, köşe dönücü hale geldiler. 

Bu toplumsal çalkantı ve buna paralel olarak kültürümüzdeki erozyon bilhassa 1980’li yıllardan sonra hızlanmaya başladı. Bu tarihten sonra otomasyondaki, elektronikteki, iletişimdeki bilgisayardaki çok hızlı gelişmelerden sonra dünya ekonomisi Amerika Birleşik Devletlerinin, Almanya’nın ve bilhassa Japonya’nın eline geçti. Bu ülkelerin gelişmişlikleri diğer az gelişmiş ülkelere göre fark atmaya başladı. Bu gelişmiş ülkeler, ülkeler arasındaki sınırları bir yerde yok saymaya istedikleri ülkelere müdahale etmeye başladılar. İstedikleri kendi ekonomik yapılarını ve yaşamlarını devam ettirebilmek için insanları tek tip davranış kalıplarına sokmaktı. Onlara göre tüm dünya insanları kendi öz kültürlerini terk etmeliler, sadece verilen mal ve hizmetleri tüketen tüketici bir insan kalıbına girmeliydiler. 

İNSANLAR SOSYAL BİR VARLIKTIRLAR

Onların mili şuurları vardır. Kendilerine göre öz kültür ve davranış şekilleri vardı. Ama yenidünya düzeni değimiz bu ekonomik anlayışın hâkim olduğu yenidünya düzeninde bunlara yer yoktu. Düşünüyorum o halde varım felsefesi çoktan unutturulmuştu. Öyle ya ben senin yerine düşünüyorum o halde senin düşünmene ve bu iş için kafanı yormana, emek ve ter akıtmana gerek yoktur. 

Bu anlayışlarla ülkeler dünyanın ekonomik çıkar sağlayan örneğin petrol bölgelerine göz dikmeye başladılar. Ekonomik tesis ve kurulular dev boyutlar haline gelmeye başladı. Bir yerde dünya insanlığın bu gelişmesi karşısında küçüldü. Artık dünyanın neresinde ufak bir olay olsa hemen evlerdeki televizyonlardan ve uydu kanallarından en ufak noktalara kadar ulaşıyordu. Bu süreçte toplumumuzun ekolojik değerlerinin korunması kendimize ait öz kültürümüzün erozyona uğramaması için devletimizin bazı ekonomik, sosyal ve siyasal tedbirler almalıdır. İnsanlarımız yeniden kendi ahlaksal ve estetik değerlerine sahip çıkar hale getirilmelidirler. Ama gözden kaçırmamamız bir noktada şu olmalıdır. Biz Atatürk dönemi külttür, ekonomik ve siyasal yapısın oluşturan Milli Hâkimiyet, tam bağımsızlık ve kendi öz güvenine sahip olmak sahip olmak hasletlerimizi yeniden ele alıp bıkmadan bunlara sahip olmak ve savunmakla bu dünyanın gidişi karşısında kendi toplumumuzu koruyabiliriz. Yeniden kendi farkımıza varmalıyız. Böylece gelişen dünyada onurlu yerimizi almalıyız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.