“Avrupalı kimdir?” üzerine bir masal denemesi

Size en son masal anlatıldığında kaç yaşındaydınız? Masalcınız, anneniz değilse, mutlaka ninelerinizdir.

Siyah beyaz televizyonların yaşamımıza girişinden bu yana masallarımız, masal anlatıcılarımız eksildiler birer birer. Artık masalsız bir toplumuz.

Size biraz gerçek bir hayal tarihi bir masal anlatmaya karar verdim. Belki de ben, sizin son masalcınızım. “Kıymetimi bilin” demiyorum ama beni iyi dinleyin…

Biliyorum,   ninenizin anlattığı masal tadını vermeyecek, şimdiden bağışlayın. Haydi, bakalım, şöyle bir yaslanın arkanıza, başlıyoruz.

Bir varmış bir yokmuş, Avrupa’nın yarısını dedelerimiz yönettiği günlerde sevgili Ata’mız doğup büyüdüğü Selanik’te güzelliği dillere destan, yosun gözlü Stefana adında güzel bir kız yaşarmış.

Bu kıza bir Türk genci abayı yakmış, hem de çok fena.

O günlerde iki kişinin birbirini sevmesi kavuşmak için yeterli değildir;  farklı dinden olanların evlenmeleri pek hoş karşılanmazdı.

Çare?

İki gençten bir din değiştirecektir, yoktur başka bir çaresi. Bizim Türk delikanlısı  “Ben dinimi değiştirmem!” diye tutturmuş. Öyle ya, din dediğin şey ayağında don değil ki, zırt  bırt değiştiresin.

Din değiştirmek kala kala Bulgar kızana kalmış.

Stefana, oğlanın gözlerine bakarak “Din değil mi bu, senin için dinimi değiştiririm. Seven ne yapmaz?” dedikten sonra yere bakarak: “Bak gerdekte mızıkçılık yapmak yok, ben kız değilim” deyince oğlumuz alnının ortasından  kurşun yemişten berbat olur.

Hey, büyük çocuklar, masalımız nasıl gidiyor, nineniz kadar güzel masal anlatabiliyor muyum?

Stefana yarı ağlamaklı: “Gerdek sabahı  birkaç damla  o kanlı çarşafı göstererek bak yenge;  biz, yani ikimiz… Dün gece böyle böyle bir halt işledik demenin anlamı ne?” der.

Oğlan, bilinmeyen bir yere doğru alır başını, çeker gider. Bazı gitmeler, ölümüne gidiştir, bazıları ise geri gelmek için gidilir.

Yemeden içmeden kesilir bizim delikanlı. Geceleri bölünür ikiye.  Kim bilir kaç yüz, kaç bin kere; ’Stefana, stefana, stefa…’ diye sayıklar?

Birkaç gün sonra gidip bulur kızı: “Seni bu hâlinle kabul ediyorum” deyince, hiç kopmamacasına sarılırlar birbirine.

Gerdek sabahı trene binerek İstanbul’a, gitmek üzere yola koyulurlar.

Önce oğlumuz iner trenden,  sonra da eşini kucaklayıp indireceği an yedi sekiz kişiden oluşan Bulgar çete grubu iki genci feci şekilde tartaklamaya başlar. Oğlanın ağzı burnu yamulmuştur, Stefana çığlık çığlığa bağırmaya başlar.

Kızın çığlıklarından sonra ortalık birden  ana baba yerine döner, bu kargaşada Stefana  ardına baka baka gider ve yolun karşısındaki görkemli bir eve sığınır.  

Yeni gelinin sığındığı bina Amerikan Baş Konsolosluğudur.

Delikanlı doğruca arkadaşların bulunduğu kahveye gider ve bağırarak: “Bir Müslüman, hem de yenice Müslüman olan gelin bacınız, eşim Hıristiyanlarca dövüldü. Türklük ve Müslümanlık öldü mü? Din elden gidiyor, durmayın arkadaşlar, düşün peşime” diyerek kızın sığındığı binanın kapısına dayanırlar.

Amerikalı bir yetkili “Kızın evlilik cüzdanı yok, Bulgar kimliği var, bu nedenle kızı sığınmacı kabul ettik, haydi dağılın” der.

Bu kargaşada iki yabancı karışır kalabalığa, şivelerinden Türk olmadıkları bellidir: “Bu ne cüret,  Amerikan konsolosluğunu basıyorsunuz ha? Faturasını pahalı ödetiriz, haberiniz olsun!” gibilerinden konuşmaya başlayınca galeyana gelen gençler oracıkta bu iki yabancıyı linç ederler.

Bir gün sonra öğrenilir, linç edilen bu iki kişinin biri İngiliz, diğeri de Fransız konsolosudur. 

Konsolosluk binaları ve konsoloslar bir ülkenin birinci derecede koruma altına alınan yerlerdendir. Bu ana kadar işlenen suçun uluslararası platformda affı yoktur, “Din elden gidiyor!...” diye bağıran gençler nasıl bir hata yaptıklarının ayrımında değildir.

Sevgili büyük çocuklar, ertesi sabah ne mi olur?

Akla gelmeyen başa gelir, Akdeniz’de tatbikat yapmakta olan Alman, Fransız, Rusya ve İtalyan donanmaları İstanbul Boğaz’ına dayanır.

Osmanlı yetkililerinin  tek bildiği bir şey vardı: Suçluydular, hem de çok. Birinci derecede korumak ve kollamak zorunda oldukları iki konsolosu feci şekilde dövülmüş, bir konsolosluk binası saldırıya uğramış ve kolluk kuvvetleri ortalıkta görünmemiştir.

Olay tatlıya bağlanmalıydı, ama nasıl?

“Savaşa gerek yok, basit bir mahalli olaydır bu, suçluları bulup ceza vermedik de mi  savaş ilân ediyorsunuz?  Bize zaman tanıyın, gereken yapılacaktır!” deriz ama… Karşı taraf sineği pekmez çanağında bulmuştur, elin oğlu bu fırsatı kaçırır mı?

Kaçırmazlar da…

Çare hemen bulunur tabi, hemen bir komisyon kurulur, yazılır çiziler, karşılıklı imza ve mühürler atılarak gerekli taahhütler resmiyet kazandırılır.

Sonuç:  Osmanlının 40.000 altını ödemeyi kabul eder ama kasada sadece 15.000 altın vardır.

Yalvar yakar gerisi bir yıl sonra ödenmek şartıyla anlaşırlar.

Sevgili büyük çocuklar, masalımız sona ermek üzere,son kez derin bir nefes alın ve arkanıza yaslanıp beni biraz daha katlanın,tamam mı?

Stefena, aslında vesikalı bir fahişedir,  verilen rolü başarıyla oynamış ve görevi bitince çekip gitmiştir.

Bulgar çetelerini kendilerine verilen görevi yapmış ve onlarda görevlerini yapmışlar ve ortadan toz olmuşlardır.

Sonuç: Yeni gelin Stefena, Bulgar çeteleri ve bizim çil çil 40 bin altın gitmiş, ama ‘gitti gidiyor’ denilen din gençlerin elinde kalmıştır.

İşte Avrupa ve Avrupa ulusları budur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.